Efsane Hikaye: Geçen Gün Güvenlik Kulübesine Ok Attım!

efsane hikaye guvenlik kulubesine ok attim

oturduğum siteden çıkarmak istiyorlar. ulan huurluk yapmadık, muallaklik yapmadık. kafam güzeldi bi akşam, eminönü'nde hediyelik eşyalar satan bir dükkandan yay ve ok almıştım ve deneyeyim dedim; ne var bunda amk?


sonra neymiş efendim, çöpü elimle karşıya fırlatıyormuşum. be huur çocukları, o zaman gelip kapımdan alıcaksınız çöpü. bi ton aidat ödüyoruz yok havuzuydu yok saunasıydı diye

sonra bir de şey var, kız arkadaşlarımdan biri eve çıkarken aşağıda asansör girişinde hatuna nereye çıkıyorsun diye sormuş muallaknin biri. bizim hatun da sanane deyince bana söylemek zorundasın demiş artık her kimse huur çocuğu. elimde okla aşağıya indim, bütün siteyi ayağı kaldırdım bana o zütvereni bulacaksınız diye. çıkmadı tabi ortaya huur çocuğu

hayır yani kadın güvenlik görevlilerinden biri şikayet etmiş sonra bana asılıyorlar diye. yönetici öyle söyledi, şikayet etmiş hesapta. sonra gittim buldum bunu, karı da yıldız tilbe gibi amk. neyse, ben sana sarkıntılık mı ettim dedim? hayır, olur mu hiç öyle şey dedi. bu yönetici muallaksi neden öyle diyor o zaman, yüzleştiricem sizi dedim. o akşam yüzleştirdim, bu sefer evet sarkıntılık etti dedi. ulan dedim, sizi sayıyla mı veriyorlar?

beyler açıkça soruyorum, şimdi siteden  atılacak biri miyim amk yaa? geçen toplantıda şikayetlerden bahsettiler. o zaman verin 2bin lira taşınayım dedim. bir de ev bulucam ve taşınma paramı da vereceksiniz dedim. ona da yanaşmadı binler. yarakk giderim amk, gelsinler de çıkarsınlar bakalım.

geçen bıyık bıraktım değişiklik olsun diye, gerizekalı güvenliğin biri tanıyamadı siteye girerken. bu sefer yöneticiye ben şikayet ettim tanımıyorlar diye görünümümüzde değişiklik yapamayacak mıyız, illa okla mı gezmemiz lazım dedim. zaten adım da oıkçuya çıktı sitede. içeride on numara hatunlar var ama bu adam pgibopat diye yanaşamıyorlar korkudan.

yazın mesela, bacısını gibtiğimin havuzuna deniz yatağı attım. millet havuza falan giriyor, ben de çıktım deniz yatağının üstüne, bari dedim şöyle biraz keyif yapayım, zengin gösterir dedim. güvenlik geldi, deniz yatağını lütfen çıkaralım beyfendi havuzdan dedi. gidiyormuş gibi yapıp eve çıkarak inadına bir şişe de bira indirdim havuza. yatağa havuza atıp çıktım tekrar üstüne. güneş gözlüklerini de taktım, çıkarmıyorum lan, polis çağırın dedim. tabi gıkı çıkmadı muallaknin. o kadar aidat veriyoruz amk. veridğim aidatın normalde hakkını almaya kalksam hepsini sırayla gibicem birbir ama boşver diyorum kendi kendime.

 o sefer almadım ama o akşam yönetici geldi kapıma yine. işte dedi, bugün havuz kenarında kat maliklerini rahatsız etmişsiniz. kat maliki ne lan jasghdbjhdghj dedim. gülmekten karnım ağrıdı, doğru düzgün cevap bile veremedim, kapadım kapıyı. kat maliki diyor yaa, muallakye bak. tabi ok ve yay duruyor bu meyanda antreye asılmış bir şekilde. yani kapıyı açtığımda direkt karşısında görüyor okları falan. bu yüzden temkinli yaklaşıyorlar artık gelirken

oturduğum daire teras kat. içerken falan güzel oluyor öyle. arada güvercinler konuyor demirlere, ben de yeteneğimi geliştirmek için kuşlara sallıyorum okları. geçen attığım okun bitanesi yanlışlıkla aşağı düştü. aşağıdan biri bağrıyor hangi terbiyesiz attı bunu diye. dedim amca vurduk mu? yok dedi. daha ne lan o zaman deyip içeri girdim

geçen akşam eve giriyorum bayram öncesi. asansörden indim, tam kapıyı açıcam, alt kattan konuşmalar geliyor. yöneticinin sesi zaten boru gibi, buradan bağırsa uranüs'e gider tek nefeste. alt komşu da fişfikliyor böyle işte her akşam yükses sesle zeki müren dinliyorlar falan. ben anladım yöneticinin benim daireye çıkacağını. arada balığa gidiyoruz arkadaşlarla, hemen birkaç metre misina kapının koluna bağladım. kapıyı örttüm ama tam kapamadım, kapalı gibi görünüyordu. iki dakika sonra kapı çaldı. ben de uzaktan misinayı ağır ağır çekip kapıyı ciiuuuuvvv diye gacırtıyla açtım ve salondan bağırdım, buyrun ben de sizi bekliyorum diye. adam artık korktu mu ne oldu, iyi akşamlar x bey deyip kapadı kapıyı, uzaklaştı.

yaz sonu bir de şöyle bir şey yaşadım. şimdi böyle yüksek katlı bloklarda hiç başınıza geldi mi bilmiyorum ama biri öldüğünde aşağı indirmek çok sorun oluyor. asansöre koyamıyorsun meftayı haliyle, mecbur beş-altı kişi toplanıp indiriyor katlardan aşağı. bizim yan dairede iki yaşlı amca ve bir tanesinin kızı yaşıyordu. bu iki adam kardeş, kız da büyük olanın kızı. ölen de küçüğüydü. neyse, fazla kimseleri yok, taziyeye gittik tabi. adamı sarmışlar, gasilhaneye zütürmek için. benden de yardım istediler. amk ben ne bileyim böyle bir şey isteneceğini, ayağımda parmak arası terlikler vardı, mecbur onları değiştiremeden adamı indirmeye başladık. herkes bir yerinden tutuyor, ben ayak bölümündeyim yani alt tarafta, ölen amcanın kardeşi olan diğer amca yanımda. amk ayağım bi takıldı, parmak arası terlik koptu inerken, bi baktım ölüsü bir yanda, dirisi öbür yanda. evladım beni de mi öldürücen dedi adam korkuyla

içmeyi seven insanlarız. haliyle teras falan da olunca insanın duyguları depreşiyor ve içmek istiyor. içerken genelde zeki müren, münir nurettin selçuk, zekai tunca falan dinliyoruz ağırlıklı olarak. ses açık oluyor biraz da tabi. komşularla yaşadığım en büyük sıkıntı gürültü yüzünden oluyor bu yüzden. sürekli şikayet ediyor huur çocukları sanki matah bir şeymiş gibi. yönetici geliyor uyarmaya, ben de diyorum ki, sen başka blokta oturuyorsun, sesimi nereden duyup da geliyorsun? ama şikayet var diyor. tuvaletin havalandırma boşluğundan binlerce kez mayasıllı züt sesi duymama rağmen bir kere bile şikayet etmedim diyorum; adamlar zeki müren duyuyorlar, ona rağmen şikayet ediyorlar sana. gibicem anasını bir gün hepsinin, okun ucuna siyanür sürücem amk

dün akşam eve çıkarken bir güvenlik görevlisiyle rastlaştım. böyle yürürken bir değişik yürüyordu sanki zütünün arasında bir şey varmış gibi. hayırdır dedim, ne oluyor? geceleri soğuk olduğu için pantolonun altına mecburen yün tayt giydiğini ve onun kaşındırdığını söyledi. ben de giyeyim madem, hamlet oynayalım bari şurada iki perde dedim. bu güvenlik görevlilerinin mantığını anlamak gerçekten zor. mesela bunların şefi var, sanırsın fbi'da çalışmış 20 sene ve sonra yanlışlıkla ortağını vurduğu için buralara sürgüne gönderilmiş. hepsinde bir havalar falan, telsizle oynuyorlar sürekli. bacısını gibtiğimin yeri zaten memur sitesi, neyin güvenliği amk. hırsız girse onu soyarlar, iki dakika sürmez

eylül ayının sonlarıydı, böyle akşamın güzel saatleri. kamelyaya indik, biraz mangalda sucuk yapalım dedik. yanında rakı açtık. genelde böyle yeni yetme bin kuruları iniyor kamelyaya, gitar falan çalıyorlar uyuz oluyorum. biz rakıcı adamız, portatiften basıyorum zeki müren'i siteye. yöneticinin yardımcısı geldi, ne yapıyorsunuz dedi? görmüyor musun dedim. hayır yani aylık kaç para aidat veriyoruz, aşağı inip çekirdek mi çitlicez dedim kamelyada. bu kokan nedir böyle dedi? dedim ki geyik eti, kendim vurdum şuradaki korulukta. gerizekalı herif, sanki anlamıyor sucuğun kokusunu, bir de soruyor hani meşgul edicek ya, laf açıcak ya orada. gibtir oldu gitti zaten sonra. biz de pek durmadık, zaten geceleri serin olmaya başlamıştı

dün akşam asansöre bindim, yukarı çıkıyorum. elimde bira şişeleri vardı. zaten kafam da güzeldi az biraz. baktım hafiften asansör sallandı, sallandı ve durdu. ilk başta deprem falan oluyor diye biraz tırsmadım diyemem ama sonra elektriklerin kesildiğini anladım, çünkü ışık böyle yanıp sönüyordu cızır cızır hesabı. jeneratör devreye girdi tabi. 1 dakika geçmeden kata çıktım ama inmeden pislik olsun diye asansördeki acil durum irtibat telefonundan güvenliği aradım ve "alo dedim, ben okçu. sesinden tanıdım abi dedi güvenlik. çok şekil bir ses tonum var, onu da anlatırım bir ara. neyse,  bizim asansör yan bloğa geçmiş herhalde sarsıntıda, dairemi bulamıyorum, yardıma gelin deyip kapattım telefonu. sonra geldiler bizim kata hatta dairemin kapısını bile çaldılar ama açmadım kapıyı. baya bi aramışlardır sanırım o akşam beni. e haliyle güldük biraz ve biralamaya devam ettik.

evde bi takke bulmuştum. çok enteresan lan, hanginiz evinde takke bulur ki? kurban bayrdıbının birinci günü sabah namaza falan gitmedim ama makara olsun diye başıma takkeyi takıp dolandım biraz site içinde. hiçbir beklentim yoktu yemin ederim, sadece takke takıp dolaşmak istemiştim. sonra eve çıktım. aynı gün içinde defalarca kapımız çaldı kurban kesen komşulardan gelen etlerden dolayı. ihtiyaç sahibiydik biz onlara göre. sağolsunlar...
alkol tüketen bir insanım, arkadaşlarım da öyle ama öyle bir et geliyordu ki, ev mezbahaya dönmüştü. takkeyi başımdan çıkarmadım o gün. akşama doğru takribi 3 torba et ile sitenin karşısında bulunan kasaba gittim. kasap muallak beni iyi tanıyordu çünkü mangal için incik boncuk etleri ondan alıyordum. etleri bıraktım yere torbalarca. hiç tartmadı bile. dedim ki, dayı şuradan 3 kangal sucuk alıyorum, bi de bonfile yap iki parça. hee, bi de arkadaşım ister, yarım kilo kanat ver.

rakı içiyorduk kusursuzca ve konu komşunun kurban etleri karşılığını bulmuştu o gece iyi insanların midesinde...

aylık aidat raporları geliyor kapıma. iyi insanlar ya bunlar, dürüstler. hani verilen paralar nereye gidiyor hesabı. verdiğim parayı sorguluyorum ister istemez ben de herkes gibi. kim bakmaz ki zaten o raporlara? güvenlik masrafı şu kadar, eyvallah. asansör bakım masrafı şu kadar, eyvallah. fitness salonu masrafı şu kadar. hepsine eyvallah da, süs havuzuna balık alımı 1500 tl ne amk? balina mı aldınız huur çocukları? birkaç tane kırmızı balık işte en nihayetinde. sanırsın fauna kurmuşlar gibim kadar süs havuzunda mercan yetiştiriyorlar.

balıkçıdan balık alırken normalde temizletip alırdım. 2 kilo hamsi aldım o akşam ve temizletmedim. hatunlar gelmişti ama hepsi gerizekalıydı ve ben temizlemek zorunda kaldım balıkları. bütün iç organları özenle topladım beyaz poşette. balık alanlar bilirler, bira poşedi gibi değil balıkçı poşedi, beyaz olur hep. aşağı indim ve süs havuzunun kenarına eğilip boşalttım poşetteki iç organları. kameralar vardı etrafta ve zaten alışkındım onlara. mimliydim, adım okçuydu. güvenlik geldi, abi napıyosun dedi. iyiyim sen napıyosun dedim; gibtir oldu gitti. yanımda efes pilsen'in 33'lük küçük şişe birası vardı cebime koyduğum aşağı inerken. bulamazsın o birayı, bana da bi arkadaş getirmişti. iki yudumda bitti zaten, sonra hamsi leşlerinin arasında içine su doldurararak dibe doğru bıraktım ellerim soğuktan üşümüş bir halde.

dün akşam saat 20:30 sularında eve geldim. anasını gibtiğimin iki tane asansörü de full çalışıyor ama, biri iniyor diğeri çıkıyor. sanırsın sabancı'nın ikiz kulelerinde böyle bir telaşa, bir yoğunluk var. bir de böyle çok katlı bloklarda asansör bekleme sıkıntısı var sorumsuz huur çocukları yüzünden. neyse, lafı fazla uzatmak istemiyorum. yaklaşık olarak 1.50 cm civarında boyu olan bir komşumuz varmış meğersem, ilk defa gördüm onu asansör beklerken. tam da 5 kişiyiz. asansör geldi, kata çıkıcaz. malumunuz asansör 4 kişilik ve özellikle yazıyor üzerinde "asansör 4 kişiliktir" diye. baktım 1.50'lik bin binmiyor asansöre sonradan geldiği için. gelsene bilader dedim, ne bekliyorsun? asansör 4 kişilik dedi. ulan dedim, senin edin ne budun ne, gel amk. bi anda kıpkırmızı oldu bin, çıkın çıkın deyip kapadı asansörün kapısını. ne adamlar var yaa...  sonra çıktım kata, bi duble rakı doldurdum ve 1.50 boyum olmadığı için şükrederek peynirden bi çatal aldım.

yine bir gece, ki bu sefer kendi arkadaşımla bir mevzu yaşadık. evde hatunlar var, muhabbet gayet güzel ilerliyor. ben bitanesiyle geçtim oadaya ilerleyen saatlerde. hatun da marjinal tayfadan ama. böyle arthur rimbaud'dan, edvard munch'den, jean luc godard'dan bahsediyoruz falan. işe koyulduk tabi o esnada tarkovski'ye geçmeden. hatun fena bağırıyordu ciyak ciyak. baktım arkadaşım kapıyı tıklatıyor, kafası çok pis olmuş ama, olm neden ağlıyorsuuun diye meraklı bir şekilde soruyor kapının ardından. gülmekten hatunun üzerinden düştüm amk. abi arkadaşını iyi seçeceksin, bunu bilir bunu söylerim.

sitenin içinde berber var bi tane, daha doğrusu kuaför kendi deyimiyle. böyle kendine lüks bir hava vermiş muallak ama sanırsın kafanı yıkarken kalıp sabun çıkaracak tezgah altından. aram iyi değil onunla ama aramın iyi olmaması bu yüzden değil tabi. kardeşim 3 sene önce evlendi. o esnada eski mahalledeki berber ahmet bininin çektiği fön hala bozulmadı amk, aradan o kadar zaman geçti. doktora gittim tabi, insan meraklanıyor. çocuğum olursa, ve onun çocuğu, 3 nesile kadar ailemdeki herkes böyle fönlü doğabilirmiş. bu yüzden berbere uğramıyorum pek, yoksa başka sorunumuz yok yani.

dışarıdan biraz lüks görünen toplu konut sitelerinde bir bigiblet furyası vardır. şöyle ki, ecnebilere özenen bazı huur çocukları, özel olarak yapılmış bigiblet park yerlerine bigibletlerini koyarlar. sadece oraya koyup kendini mutlu hissetmek için bigiblet alanı biliyorum gerçekten. hayır bir de işmiş gibi zincirliyorlar bigibletlerini. amkmun evlatları, kim gelip çalıcak sizin gibilmiş bigibletinizi oradan. neyse, daha önce anlatmıştım. bizim katta oturan yaşlı biri ölmüştü, hani o taşırken düşürdüğüm adam. ondan kalma bi tekerlekli sandalye var ve kapının önünde duruyordu. her görüşümde moralim bozuluyordu. ne yapiim ne yapiim derken, aklıma bir şey geldi. o gün dönerken nalburdan küçük bir zincir ve kilit aldım. eve gidip içtim biraz. gece yarısnı biraz geçiyordu sanırım, tekerlekli sandalyeyi asansörle aşağı indirdim ve bigiblet park yerine zincirledim, bigibletlerin yanına. onu öyle görünce ne hissedeceklerini biliyordum. birkaç gün kaldı, öyle. kimse ne olduğunu anlayamadı, muhtemelen biliyorlardı benim yaptığımı ama kimse bir şey de diyemedi. sonra bir akşam döndüğümde gördüm ki kaldırmışlar. eve çıktım ve bir duble rakı oldurdum. iki dilim de sucuk attım ocağa. terasa çıktım, gökyüzü pırıl pırıldı; bulutlar geçiyordu üzerimizden.

bu güvenlik kamerası olayının da takunu çıkardılar iyice. site girişindeki kamerayı anlıyorum, muhtelif yerlerde olanları ya da ne bileyim havuz kenarındakini, cafenin içindekileri, blok girişinde ya da koridorunda olanları ama asansörün içine ne diye koydunuz bu taku. daha önce yoktu böyle bir uygulama ve en üst katta oturduğum için yukarı çıkana kadar hatunu pert etmiş oluyordum ama şimdi bunu da gönül rahatıyla yapamıyorum. izlenmek iyi bir şey değil. hani karşılığında para alacaksan iyi bir şey olabilir ama birkaç tane zütveren güvenliğin otuzbirine malzeme olmak istemez hiçkimse herhalde. ulan hadi sevişmeyi geçtim, bin kuruları izliyordur diye dişlerimi bile kontrol edemiyorum asansörün içinde. amkmun yöneticisi, ne işler açtı başımıza durduk yere. ulan neyin güvenliği bu yaa, kimi kimden koruyorsun. site sakinlerinin çoğu aç, kapıya ayakkabı bile bırakmıyorum ne olur ne olmaz diye gibtiğimin çapulcularının içinde. sorsan havuzlu, hamamlı, saunalı, güvenlikli sitede oturuyorum diye tokatlı hemşerilerine hava basan çok huur çocuğu vardır buralarda, eminim.

bi pazar sabahı markete gittim alışverişe. buralarda bakkal yok ama olsa inanın bakkaldan alışveriş yapmayı tercih ederdim. neyse; canım kavurmalı yumurta çekmişti, hem biraz kavurma alayım dedim, hem de gazete ekmek falan alırım diye düşündüm. gazete okumak hoşuma gidiyor o kağıdın kokusunu seviyorum çünkü. lafı uzatmiim şimdi, dönüşte baktım bloğun kapısında bir hengame. site yöneticisinin kıtıpiyoz bi yardımcısı var. bizim bloğun giriş katında oturuyor. baktım iki adam koluna girmiş, garaja doğru zütürüyorlar bunu. hayırdır dedim, salağı fare ısırmış, fenalık geçirmiş. ulan bi insanı fare ısırır mı yaa? köpek ısırsa anlarım, kedi ısırsa hatta böcek ısırsa anlarım ama fare nedir amk? sonradan öğrendim, meğersem bu mal kapıyı açtığında koridorda fare görmüş ve çıplak ayakla kovalarken yanlışlıkla kuyruğuna basmış farenin. fare de dönüp ısırmış bini. fare yakalanamamış tabi. ulan dedim fare, helal olsun sana. kaç gün kuduz aşısı oldu amkmun evladı, hiç üzülmedim inanın. o sabahki kavurmalı yumurta her zamankinden güzel gelmişti bana nedense

bu gibtiğimin yerindeki kediler de bir tuhaf amk. hani öyle cihangir kedisi gibi değiller, zaten hepsi vaşak ebatında. burada normal hiçbir şey yok ki, kediler normal olsun. bir kediyi sıçarken hiç gördünüz mü blmiyorum. normalde kedi sıçarken asla bir insana bakamaz, tuhaftır ama neden bilmiyorum. böyle yani. buradakiler sıçarken insanın gözünün içine bakıyor resmen, sanki ağzımıza sıçıyormuşçasına. inceden tırsmıyor değilim, insan olsa korkmam ama bu muallakler çok farklı

burada bi arkadaşın kurusıkı tabancası vardı. onunla birkaç kere sıktılar terasta içerken. sonra gibtiğimin meymenetsiz yöneticisi haber gönderiyor güvenlikle şikayet edicez falan diye. yakarım lan bloğu dedim, ateşe veririm muallakler. bu sıralar pek ilişmiyor zaten. havalar da soğudu, biliyor teras muhabbetinin fazla olmayacağını. yazın benim bi hatun terasta italyanca çalışıyordu. aşağıdan da baya ses geliyor, çocuk sesi düşün bak, taa tepeye kadar geliyor aşağıda oynayan binlerin sesi artık ne oynuyorlarsa. ya dedi hatun, şunlara bir şey söyle gürültü yapmasınlar. aşağı inip insan gibi uyardım çocukları, evladım ses etmeyin bakın ablanız yukarıda ders çalışıyor falan. dinlemedi binler. zaten aileleri de bana uyuz. hiç dur diyen yok. öyle mi amk, öyle. çıktım yukarı, siyah bira poşedine su doldurdum, ağzını bağladım. nereden baksan 5 litreye yakın su dolmuştu içine. aşağı bi bıraktım poşedi, güüümmm.  nasıl patladı valla amkmun şeyi. herkes kendini yere attı şuursuzca sanki bombalandılar diye. ulan sizin gibindirik sitenize kim gelip bomba atıcak ahaha. yukarıda gülüyorduk hatunla. sonra içeri girdik, birer duble rakı koyduk. kapı çalıyordu ama biz sevişiyorduk. dünya umrumuzda değildi

arada güzel şeyler de olmuyor değil tabi bu gibik yerde. kurban bayramı sonrasıydı, cumartesiydi. sitede birkaç tane ergen bin var. düzgün çocuklar ama. hani sahilde kız ayarlarız diye akdeniz akşamları çalan ya da ne bileyim, böyle gözlüğün ardına sığınıp entelektüel takılarak yaşıtlarının dikkatini çekmeye çalışan tipler değil. anladım ne olduklarını, yaşım 30 ve çok şey gördüm. neyse, sitenin lokalinde küçük bir oda var boş ve bu çocuklar kapı kapı dolaşıp bundan bahsediyorlar. rahat olup müzik yapalım kendimizce, bir şeyler okuyalım, izleyelim diyorlar. bunun için kendi çaplarında kermes düzenlemişler pazar gününe. haber vermeye gelmiş binin biri bu konuyla ilgili olarak işte. bornozla çıktım kapıya amk, kafam zaten bangladeş. tamam olm, dedim, yaparız bir şeyler.

pazar öğleden sonra indim aşağı. baktım ne var ne yok diye kermes tezgahında. selam verdi çocular abi hoşgeldin diye. bitanesi efes extra çıkardı, buyur etti. olm dedim, ben bu taku üniversitedeyken çok içtim, iç organlarınız anasının dıbını görür, fazla bulaşmayın deyip zütürdüm birayı. satışlar nasıl bari, oda yapılacak kadar var mı dedim. inceden oluyor birşeyler dediler esnaf ağzıyla. yukarı çıktım birayı içip. evde iki hatun vardı, bi de sap arkadaş. durumu anlattım. kızlardan biri fularını verdi üzerine parfümü bulaşmış, diğeri para vereyim dedi önce, olmaz dedim. güzel bi gümüş bilekliği vardı, onu çıkarıp verdi. bizim sap arkadaş da güzel bi kalem verdi. ben de ok ve yayı alıp indim aşağı. alın dedim çocuklar satın bunları. baktım yönetici orada, kafamı çevirdim huur çocuğuna. eski bi tost makinası vardı, onu aldım 10 liraya bu arada ama tost makinası derken ocakta ısıtıyorsun, elektrikli değil.

pazartesi sabahı kapıda sarılmış bir şey buldum. ok ve yay olduğunu anladım. biri bana güzellik yapmıştı yapmış olduğum şeye karşı. o akşam buldum veletleri, ne olduğunu söylemediler. şimdi bi odaları var ama. iki tane de poster verdim olnlara, biri casablanca filminin, diğer ise jim morrison'ın. uğrayamadım ama o muhabbetten sonra odalarına. ok evde hala anlayacağınız. ben onu bıraksam bile o beni bırakmıyor tüm huur çocuklarına rağmen

sokakta yapılan her şeyi seviyorum. hayat dışarıda yaşanıyor esasen. bizlerse böyle kümelerin içine hapsedilmiş, sanki tecrit edilmiş gibiyiz betonların arasında. bu yüzden panpalar, bu gece sizler için siya siyabend'den "ağrı dağından uçtum" adlı eseri dinliyorum ve defalara dinlicem.

dediğim gibi, yaşam sokaklarda. bizler ise sadece bulunduğumuz kuytulardan elimizi uzatmaya çalışıyoruz bir yerlere ama buradaki huur evlatlarına bunu anlatamam; anlatmam. zaten mimliyiz amk, adımız çıkmış okçuya. kımız içiyorum sanki sabahlara kadar. bulursam at eti de yicem ama tavuk daha güzel sanki. belki de sucuk ızgara. evet, asla hayır demem

şunu anladım ama, cehalet en büyük mutluluktur. ne kadar biliyorsan değil, ne kadar bilmiyorsan ayrı bir binsin.

yapı kredi plazaya yolum düşmüştü bir iş için. orada ekşi sözlüğün ofisi var. lan dedim şuraya bi uğriim. kafamı uzattım kapılarından ve boooommm dedim. hepsi yere yattı amk

siteye ve özellikle bizim bloğa giriş çıkışlar bayaa arttı son günlerde, bu yüzden kuşkulanmaya başlamıştım. tamam çok haneli yerlerde hiç tanımadığın insanlarla karşılaşabiliyorsun ama bizimki normalden fazla gibiydi. muhtemelen blokta eskort hatunlar vardı. bu eskort hatunlar da biraz enteresan. kendi bloğundan hiç kimseye vermezler mesela, hiç muhatap olmazlar kimseyle afişe olmamak için. neyse, önce işe sanal ortamdaki eskort sitelerini araştırarak başladım acaba bir komşuya rastlayabilecek miyim diye. kuşku duyduklarımı arayıp nerede oturduklarını soruyordum bakalım bizim sitenin adını veren olacak mı, merak ediyordum. 1 saat kadar uğraştım böyle, sonra baktım boşalacak gibi oldum, neyse gibtir et dedim. aşağı indim elimde telefonla, blok girişine. koridorun hemen önünde küçük bir masa var apartman görevilisi arada otursun diye ve üzerinde kebapçıların, pizzacıların vs broşürleri oluyor. oturdum oraya. bloğa girenlerden tanımadığım adamlara hangi daireye geldiklerini soruyordum ve şüphelendiklerimin cep telefonuyla fotoğrafını çekiyordum; okum yanımdaydı. 2 saat içinde yedinci kata ve aynı numaralı daireye geldiğini söyleyen 3 kişi ile karşılaştım. hepsinin fotoğrafını çektim. kapıcıya sordum sonra, kim oturuyor diye burada. artık kapıcılara apartman görevlisi ya da teknisyen deniyor, unutmayın. irem hanım diye birisi var dedi. irem? eskort irem. neden olmasın amk. bunun daha başka mantıklı açıklaması yoktu. sonra üşenmedim ve elimde belgelerle birlikte yöneticinin kapısına gittim. dedim böyle böyle, bana gürültü yapıyorsun, taşkınlık yapıyorsun, içip içip insanlara rahatsızlık veriyorsun diyorsun ama sitemizde eskortlar var dedim. eskort ne dedi, ford eskort amk dedim. gerizekalı yaa, umumhane var senin anlayacağın şekilde diye düzelttim sonra. araştırıcam bunu dedi. amkmun evladı tbmm insan hakları komisyonu başkanı sanki, neyi araştırıcan lan ahaha, tribe bak.

hayır yani kızdığım olay, bizim kız arkadaşlarımız geldiğinde tip tip bakan, siteyi geneleve çeviriyorlar diyen huur çocuklarının bu tarz bir şeye göz yumuyor olmasıydı. muhtemelen belli bir çıkarları vardı bu işte ve bunu bulmaya yemin etmiştim. şimdi bazı şeyler daha da netleşmeye başladı çünkü. elimden kurtulamayacaklar. detayları ve gelişmeleri siz panpalarımla paylaşmaya devam edicem

bu yaz sonu bir cumartesi akşamı sitenin havuzbaşında yaza hoşçakal partisi verildi. ahaha isme bak, yaza hoşçakal. amk bir şey sanmayın ama öyle deyince, yönetici yardımcısı olacak zütveren güzel çiğköfte yapıyormuş da, işte geceye katılım bedeli kişi başı şu kadar olacak diye blok koridorundaki panoya yazı asmışlar 1 hafta öncesinden. sanırsın reina'ya tiesto'yu getirecekler. sığırlar hep televizyonda gördükleri şeylere özeniyorlar diye geçirdim aklımdan ama makara olsun diye gitmek de istiyordum. iki tane hatunu ve üç tane erkek arkadaşı davet edecektim, kalabalık olalım istedim çünkü biraz daha çekilebilir olacaktı her şey. yönetimi aradım eve çıkınca, malın biri var aylık maaş alıp evrak işlerini halleden, o açtı telefonu. katılım bedeli kişi başı 10 tl demişsiniz, bu fiyata dahil olan ne acaba öğrenmek istiyorum dedim. salata, çiğ köfte, küçük çapta meze, ayran ya da meşrubat dedi. djahgsdjhdsg meşrubat ne amk dedim, işte kola, gazoz, meyve suyu falan gibi bir şey diye cevap verdi. 5 kişi gelicez ve kendi içkimizi getiricez, ben meşrubat falan içemem dedim, ona göre fiyatta bir şeyler yapın. valla menü bu dedi, zaten maliyetine yapılıyor, herhangi bir şey yapamayız ücret hususunda dedi gibtiğimin zangocu. öyle mi dedim, öyle. tamam amk. cumartesi gecesi arkadaşlar geldi, evde biraz demlendik. sonra dışarı çıktım, ünlü bir çiğköfte markasından 1,5 porsiyon çiğköfte aldım ve tekelden de büyük rakı aldım yanına. zaten fazla katılım olmamıştı, hava esiyordu biraz. tekrar yukarı çıktım ve arkadaşlarla hazırlığımızı yapıp aşağı indik. bana fiyat 10 tl, zaten maliyeti bu diyen zütvereni gördüm orada, hiç oralı olmadan geçtim boş masalardan birine. zütü yemedi bir şey demeye çünkü ticari bir olay değil demişti ya, sadece maliyetini alıyoruz baabında. yok oturamazsınız ya da dışarıdan havuzbaşına yiyecek getiremezsiniz dese, burası lale hotel değil, biz de yarım pansiyon konaklamıyoruz, sokarım oku zütüne dicem. dedim ki, bak hayri bey ben şu görmüş olduğun çiğköfte ve büyük rakıya 50 tl verdim; sizin istediğiniz paraya çiğköftenin kralını yiyip kafamız da otursun istedim. yanımdaki saplardan biri ney çalıyordu, gelirken getirmesini de tembihlemiştim. içtikçe çal oğlum dedim, içtikçe daha bir güzel oldu her şey. en azından bazılarının keriz olmadığımızı anlamış olması gayet güzeldi.

insanları anlamak gerçekten zor. bazen bana laf eden, bana sorunlu diyen zütverenlerin nasıl tipler olduğunu görmek gerçekten hoşuma gidiyor. mesela 30'lu yaşlarının sonlarını yaşayan ve hafif kaçıktan bi hatun olan alt komşum var. tam alt katıma denk geliyor ve arada gürültü olduğunda, ciks olduğunda sopa gibi bir şeyle yukarı vuruyor, uyarı hesabı kevaşe. ama bu cidden hastalık boyutunda. hani osursak tavanına vurup bize uyarı gönderiyor ama bugüne kadar yönetime şikayet ettiğine şahit olmadım. neyse, bi gün saat 16:00 sularında baktım alt kattan tartışma sesleri geliyor. karının sesinden anladım zaten, bizim evde kalmış meymenetsizdi kesin ama diğer sesi çıkaramadım. merak edip alt kata indim. asansörle indim ama, üşendim merdivenlerden inmeye. sonuçta bloğumda olan şeyler beni de dolaylı yoldan ilgilendiriyor. hayır yani o kaltağa bir şey olsa belki beni de suçlayabilirler pgibopat bildikleri için, hayatta insanın başına her şey gelebilir bu amkmun yerinde. asansörün kapısını aralayıp kafayı uzattım, bi baktım bizim karı adamın biriyle tartışıyor. meğersem iç oda kapısı yaptırmış anladığım üzere, aman neden şöyle neden böyle oldu, şikayet edicem diyor. hayırdır bayan dedim sonra yaklaşarak, bi sorun mu var? gelin bi bakın allasen dedi, şu kapıların kollarına bakın. insan üzerine naylon koyar, bi koruma yapar; şimdi ben bu adamların dokunduğu şeye el sürmek zorunda mıyım dedi. allah belanı versin dedim içimden, uğraştığın şeye bak. ama böyle tiplerin derdi bellidir az buz. ulan adamlar zaten gariban, bana bakıyorlar kedi yavrusu gibi çaresizce. karıya dönüp dedim ki, bakın bayan, siz bu kapı kollarını tutamıyorsunuz şimdi başkası dokundu diye, yarın öbür gün evlenseniz gibi nasıl tutucaksınız?

kafamı çevirip çıktım yukarı ne cevap vereceğini beklemeden, zaten bir şey de demedi. hiçkimse bir şey demedi. çok derin bir sessizlik oldu, blok sessizlikten yıkılacaktı sanki. sonra eve girdim, dünden kalan bi duble kadar rakı vardı, onu doldurup fondip yaptım ve üzerine bi erik yedim. konu kapanmıştı sanırım, bugüne kadar herhangi bir şikayet de olmadı zaten

bir öğleden sonra sitenin dışındaki şarküteriye uğradım biraz tulum peyniri alayım diye. çatalcalı bi çocuk varmış, her gün köy sütü geliyormuş o taraflardan, abi alsana dedi. ulan dedim ne işim olur sütle kompostoyla. en azından yoğurt falan yaparsın, çok güzel olur dedi. o an düşündüm, hayatımda hiç yoğurt yapmamıştım. iyi amk dedim, enteresan olabilir, alalım bakalım. 5 lt'lik pet şişeye doldurup verdiler büyük bidondan. siteye girdim, baktım bloğun önünde 3 tane zibidi oturuyor yere çömelmiş, biri hatun ama. hani gibtiğimin emo tipleri var ya, sözlükte de çok var bu amkmun evlatlarından. tiksiniyorum adeta. iyi çocuklar da var sitede ama bunların o özentiliği midemi bulandırıyor. hepsinin üzerinde kurt cobain'in bunalım hırkasından var. bitanesinin elinde dandik lumix fotoğraf makinesi, hayır yani dört köşe beton, neyini çekiyorsa artık amkmun evladı; diğer kevaşenin kucağında yavru kedi, birinin saçlar dana yalamış gibi yapışmış alnına. napıyosunuz lan burada dedim, hiieeç dedi sığırlardan biri. zaten başka bir şey beklemezdim diyip çıktım yukarı. valideyi aradım, nasıl yoğurt yaparım öğreneyim diye. sütü tencerede ısıt dedi, hafif ısınmışken içine iki üç kaşık yoğurt koyup karıştır dedi. eyvallah, sonra? sonra tencereyi yünlü bir şeylere sarıp bir kenara koy ve 1 gün bekle dedi. 3 tane hırka yeter mi dedim sarmak için, yeter dedi. indim aşağı, zibidilerin yanına gidip hırkalarınız lazım bana 1 günlüğüne, çıkarın dedim. ama abi falan, çıkarın amk çarpıcam şimdi dedim. çıkardılar. yarın akşam gelin alın evden diyerek çıktım yukarı, sardım tencereyi iyice, koydum bir kenara. ertesi gün tencereyi açıp baktım, yoğurt olmuştu cidden. tadı da gayet güzeldi. akşam emolardan biri geldi, yau ağbie bisim hırqalarımızh ne olhdu diye sordu. bekle dedim, getirdim hırkalarını, verdim bine. tam gidiyordu ki, dur dur dedim, içeri gidip zaten hafif sıvımsı olan yoğurttan (evde yapılan yoğurt hazırları gibi olmuyor, daha sıvımsı, katı ayran kıvamında) bir bardağa döküp getirdim, al lan iç dedim. ama ağbie falan, iç ulan dedim. zorla içirdim yoğurdu bin kurusuna. öğrenin dedim bunları, ecdadınızı bilin, yoğurt yiyin biraz dedim ve içeri girdim. o akşam rakı içerken cidden içimde tuhaf bir mutluluk vardı, sonra biraz cacık yaptım ve uzun zamandan beri ilk defa erkenden uyudum

malumunuz aralık ayına girdik, yılbaşı geliyor yani. yılbaşı akşamları dışarı çıkmayı sevmem pek, evde dostlarla  takılmayı tercih etmişimdir genellikle. bu yılbaşı için site yönetimine dilekçe yazdım, süslemeleriyle ışıklandırmasıyla birlikte bir noel ağacı istedim sitenin ortasına. dün akşam yönetici yardımcısı aradı ve bu tarz kararların genel istek doğrultusunda alındığından bahsetti. sokayım genelinize dedim, ben mescide gitmiyorum mesela ama benden jut tabanlı mescit halısı, klima, tesbih, abdest terliği vs almak için aidat kesintisi yaparken iyi miydi, aylık faaliyet raporlarını okumuyorum sanma dedim. peki benim hakkım ne olucak? bunu tekrar görüşücez dedi, iyi dedim ve kapattım telefonu suratına. hem, hani filmlerdeki yaşantıya özeniyordunuz muallakler? fitness salonu, hamam, sauna, açık ve kapalı havuz falan. noel ağacı mı girdi zütünüze şimdi ben istiyorum diye. sonra üşenmedim ve bizim bloktaki daireleri tek tek dolaşarak yılbaşı süslemeleriyle ilgili fikrimi ilettim komşulara, destek vermelerini istedim. kimi olumlu baktı mevzuya, olumsuz bakanları da tek tek daire numaralarıyla birlikte kaydettim deftere. ya o arada yaşlı bi komşumuz evladım sende mınçıka mı varmış, ne varmış öyle dedi. teyze mınçıka ne amk, ok o ok dedim. bütün sinirim boşaldı bi anda.

neyse, bu iş olmazsa eğer, bizim bloğun önündeki akasya ağacına yukarıdan cereyanı basıp kendim kurucam düzeneği. sitenin içine hindi salmayan okçuyu da gibsinler. görücez bakalım

bi keresinde site yönetimi toplantısına katılmıştım makara olsun diye. amk tipleri görüceksiniz ama, sanırsın yaşaran holding'in aylık genel kurul toplantısındayız, herkes takım elbise giymiş. ben şortla gitmiştim oysa ki, üzerimde de the beatles yazan siyah t-shirt ve ikide bir kopan parmakarası terliklerim. yönetimde görev alan biri var, sesi ve konuşması aynı necmettin erbakan'a benziyor adamın. baktım anlatıyor işte sitemizi daha da güzelleştirmek için gayret gösteriyoruz, güvenliğe yatırım yapıyoruz, yok fitness salonuydu, yok süs havuzuydu, yok yüzme havuzuna dökülen klordu vesaire derken beni bi gülme aldı ama nasıl böyle; aklıma necmettin erbakan geliyordu, sanki böyle apartman toplantısına gelmişti bizi ziyarete. karnıma ağrı girdi inanın gülmekten, millet bakıyor böyle tip tip ama kimse de bir şey diyemiyor falan. sonra topladım kendimi, baktım kimse yemiyor, masanın üzerindeki kurabiyeleri yedim meyve suyuyla birlikte ve size kolay gelsin deyip çıktım odadan. eve giderken hala gülüyordum inceden

özellikle uyuz olduğum zütveren bi güvenlik var. böyle güneş gözlüğü falan takıyor ama tripleri görseniz, sanırsın obama'nın yakın koruması amk. işini çok ciddiye alıyor; siteye girenleri araştırmalar, devriye atmalar, misafirleri binanın içine kadar zütürmeler falan. araştırıp facebook profilini buldum, meslek bölümünde private security yazıyor ahaha, adeta uçmuş amkmun evladı. neyse, bi akşam tekele çıktım rakı almak için, baktım bizim bloğun koridorunda kapıcıya bir şeyler tembihliyor bu sığır. hiç bakmadım yüzlerine, direkt çıktım dışarı. döndüğümde ne göreyim, telsizi binanın girişindeki danışma masasında unutmuş mal, hani geçen eskortları tespit ederken oturduğum masada. telsizi alıp eve çıktım. bi duble rakı doldurdum, bi de sigara yaktım ve geçtim bilgisayarın başına. askerliği çorlu'da 301 kd olarak yapmıştım. telsizlerden anlarım, muhabere bilgim var yani. açtım orhan gencebay'dan hatasız kul olmaz'ı. zeki müren açsam benim olduğumu anlayabilirlerdi çünkü. bastım telsizin mandalına, açtım sesi, hataasız kuul olmaaaz dırıdın dırıdın dırıdın hatamla sev benii stop, 38 anlaşılmadı, dermansız dert olmaaaızz dermanaa saal beniiğğ stop, ne diyosun mustafa?. ilerledi böyle şarkı tabi ve sesi açtım iyice, feryaadaa gücümm yoook, feryatsız duy beniiiğ
dırdırı dırıdırı dı sevenlerin aşkınaaa ne olur sev beniiğ sev beniiiğğğ stop, ananı gibeyim mustafa ananııı

baya eğlendim ama o dubleyi içene kadar. sonra sessizce inip telsizi bulduğum yere geri bıraktım. o akşam tüm site inlemişti hatasız kul olmaz diye

geçen hafta bi arkadaşım geldi akşam rakı içelim diye. sitenin misafir otoparkında yer yoktu, içeri alalım bari arabayı dedim. ama gibtiğimin uzaktan kumandası uzaktan kumanda edemiyor maalesef, mecbur aşağı inmek durumunda kaldım site girişine kadar ve arabaya bindim. öbür türlü misafir aracı diye içeriye almıyorlar çünkü, güvenlik sebebiyle. sizin güvenliğinizi gibeyim ben. elini versen kolunu kaptırırsın burada. neyse, bana ayrılan parkın yan tarafına parkettik arkadaşın arabayı. araçtan indik, tam yürümeye başladık ki, bizim komşu, bloktan bağırıyor aşağıya doğru benim park yerimden aracınızı çekin lütfen diye. ulan dedim, senin araban bile yok, neyi çekicez? olsun dedi, benim yerim orası. öyle mi, öyle. tamam dedim amk, bir yan taraftaki parka çektirdim arabayı. eve çıktık, 10 dakika geçmeden aşağıya indim ve adamın park yerine zamanında shell'den yakıt karşılığı aldığım gibindirik f1 arabalarından bir tanesini koydum. sonra çıktım bunun kapısına, çaldım zili. açtı kapıyı, dedim ki ya senin arabayı görmemişiz biz, kusura bakma. ne arabası dedi, araba park ediyormuş orada küçük bi şey vardı dedim ve iyi akşamlar dileyerek daireme geçtim.

güzel bir geceydi, sonra hatunlar da geldi. rakı da güzeldi ama biraz asabımı bozmuştu zütveren. boşver dedim sonra, bi duble daha rakı doldurdum

içinde bulunduğumuz ortama rağmen sevdiğim bi komşum var ama. aynı blokta oturuyoruz. bi gün sitenin kafesinde tavla turnuvası vardı çeyrek altın ödüllü, orada tavla oynarken tanıştık. öyle turnuvaymış, yok aktiviteymiş falan pek sevmiyorum çünkü etraf sığır dolu yani kimseyle paylaşacağım bir şey yok ama kafam güzeldi belki de, o yüzden katılayım dedim sanırım. yok lan, belki de o ara bi arkadaşın düğünü vardı, kazanırsam çeyreği alıp takarım diye düşünmüş de olabilirim. amk adam zar atıyor ama kafasına göre oynuyor züt. dedim abi sarhoş değilim, kimse kimseyi gibmesin şimdi burada; hisli adamım ben, içinde bu tarz yavşaklık olan mevzulara hiç gelemem. o anda bi muhabbet koptu. samimi geldim herhalde, başladı anlatmaya. ihtilal zamanında içeri almışlar, biraz marizlemişler. siyasi görüşümüz pek uymuyordu ama muhabbeti sarmıştı. yine yanlış oynuyordu, dayı dedim bak sen bunu alışkanlık haline getirmişsin; kapadım tavlayı, eleyin amk beni dedim turnuvadan, giberim çeyrek altınınızı.

gel zaman git zaman dayıyla ara ara muhabbet eder olduk  denk geldiğinde ama tavla oynamadım bi daha hiç. bi akşam, sanırım saat 23:00 sularıydı, kapım çaldı. bi baktım bu dayı, dedi ki okçu sende rakı vardır, dişim ağrıyor bi çay bardağı verir misin?. dedim ki dayı valla rakı kalmadı ama sana daha tesirli bir şey vericem. hava yollarında pilot abilerim var, arada içki getiriyorlar sağolsunlar. absinthe diye bir içki getirmişti biri. böyle yeni yetme özenti bin kurusu muhabbetlerinde çok lafını yaparlar bunun ama tuhaftır ki hiçkimse de içmemiştir. ben birkaç kere denedim ama pek tat alamadım açıkçası. salladı da hani. kafa yapıyor fakat muhabbetle güzel olmadan içmek tarzım değil. neyse, dayı dedim daha tesirli bir şey var. dişimin ağrısı geçer mi diye sordu, kafanı bile hissetmezsin amk dedim. dayıya bi çay bardağı absinthe verip yolladım. ertesi gün adamı süs havuzunda bulmuşlar, olta atıyomuş ucuna ekmek bağlayıp. duydum ve güldüm biraz, sonra iki dilim sucuk attım teflona, bi duble rakı doldurup ulan dedim okçu, iyi ki rakı içiyosun, öbürü bozar bizi cidden

biraz önce aradılar yine. işte biz yönetimden arıyoruz, komşunuzdan şikayet var, çok sifon çekiyormuşsunuz. sıçmayalım mı amk dedim. neyin peşindesiniz? hayır yani bu ay 43 kere gusül abdesti aldık, 5 kere çamaşır makinesi ve 7 kere de bulaşık makinesi çalıştı, onları da saydınız mı dedim. bahçeşehir ya da benzeri bir yer; hep mevzular aynı. aynı tiplerle birlikte yaşıyorsun panpa

fitness salonuna gittim bi akşam. dışarısı soğuktu, sadece koşu bandında tek başıma yürümek için gitmiştim oraya. yürüdüm biraz tek başıma. sonra kafeye geçtim. kafede site yöneticisini gördüm. sizi mescitde de görmek isteriz dedi bana. tabi dedim, geliriz oraya da tabii ki. yatsı okunuyordu herhalde, topladı etrafındakileri. giderken bana baktı hadi sen de gel hesabı, ben de eyvallah dermişçesine onayladım. mescite gidiyordum. bu arada tanrıya inanırım. giderken bi yavru kedi buldum ve aldım polarımın içine. adamlar cemaat kurup namaza durdu, ben de bakıp kılıyorum tabi. yöneticinin secdeye yattığı bir an, kafamı kaldırıp çıkardım koynumdan kediyi ve sırtına attım binin. hayatımda bu kadar içten bi aalllahh sesi duymadım ama, herkes irkildi. kedi bini de nasıl tırmıkladıysa artık, ortalık karıştı tabi. kedi kaçtı dışarı nasıl yol bulduysa artık, konsantrem bozuldu diye çıktım ben de mescitten. eve gittim sonra, kurufasülye yapmıştı bi hatun, onu yiyip bi su bardağına kırmızı şarap doldurdum

geçen hafta bi gün evde kahvaltı yapmaya üşendim. dedim ki bari ineyim site içindeki kafeye, orada atıştırırım bir şeyler. büfeden gazete aldım ve kafeye geçtim. demli çay söyledim ince belli bardakta, 2 tane de peynirli poğaça. poğaçalar geldi, ulan bir ısırdım, iki ısırdım, alla alla; poğaçada peynir yok amk. garsonu çağırdım, ben peynirli poğaça istemiştim dedim, yanlış getirdin galiba. hayır abi peynirli poğaça bu dedi. poğaçanın içini açtım ve garsona göstererek, ulan dedim bunu yapan hangi muallakyse poğaçanın içine peynir koyacağına poğaçaya doğru hafifçe peyniir diye fısıldamış ve kapatmış herhalde, peynir görebiliyor musun sen? abi bir şeyler var sanki dedi. git dedim içeriden bi dilim beyaz peynir getir. peynir geldiğinde açtım tekrar poğaçanın içini, bastım peyniri içine. bak dedim, peynirli poğaça böyle oluyor. kahvaltımı yaptıktan sonra hesabı istedim. hesap geldi ve adisyona baktım; bir çay 1 tl, iki peynirli poğaça 3 tl, bir dilim peynir 3 tl, toplamda 7 tl yazıyor. cebimden 5 tl çıkardım, garson geldiğinde kulağına doğru yediii diye fısıldadım ve beşliği bırakıp çıktım mekandan. sabah sabah canım sıkılmıştı; eve gidip sağa sola biraz ok atar da rahatlarım belki diye geçirdim içimden

arada pizza söylediğim bir yer var. genelde aynı çocuk getiriyor siparişleri. bi akşam eve girerken baktım yan bloğun önüne çekiyor motoru, pizza getirmiş birine. naber lan keraneci dedim, napıyosun. sağol abi dedi, iş güç devam. ver bakayım şu motoru biraz dolanayım site içinde sen gelene kadar dedim. hiç tereddüt etmeden buyur abi dedi. pizzacı motorlarını bilirsiniz, scooter tarzı. kebapçılar falan da hep aynı tip motor kullanır. neyse bindim, biraz hız yapayım dedim. hava zaten karanlık, hafiften kafam da güzel. biri geliyordu karşıdan, üzerine doğru sürdüm motoru böyle korkutmak için, fren mesafesini tam ayarlayamayınca çarptım adama amk. bi baktım bizim kapıcı, yerde sudan çıkmış istavrit gibi oynuyor. indim motordan. hiç bozuntuya vermeden naber sadık nasılsın dedim. iyi değilim abi dedi. pardon kardeşim yaa dedim, görmedim karanlıkta, aniden önüme çıktın. sen üzerime sürdün diyemiyor tabi, biliyor beni. kalktı ayağa, baktım bişeyi yok. iyisin iyi maşallah dedim, domuz gibisin. üzerini silkeliyormuş gibi yaptım biraz, gönlünü almak lazım tabi. sonra tekrar atladım motora, yan bloğun önüne gittim. pizzacı çocuk beni bekliyordu, teşekkür ettim ve eve çıktım ben de. evde bira vardı, açtım bi tane buz gibi, birkaç parça da eski kaşar dilimleyip bi sigara yaktım. ulan düşündüm sonra, çarptığım yönetici falan olsa ne olurdu amk diye. kendi kendime gülümsedim ve bi fırt çektim biradan, peynir de güzeldi gerçekten

sitenin bi servis minibüsü var, pejo. hani okul servisleri olurdu, aynı ondan. ne olucak ki zaten amk, vip transporter mı koyucak zütverenler. saat başı belli güzergahlara hareket ediyor. bi gün ziyaretime gelen iki arkadaşımı dönerlerken bindirdim. inecekleri yer son güzergahtan biraz daha ilerideymiş. belki 1-2 km kadar ve rica etmişler oraya kadar bırakabilir misiniz diye şoföre. yok demiş bizim görev adamı, kurallar var maalesef güzergah dışına çıkamıyoruz. hatunlar aradı sonra, söylediler bunu bana. ulaştım bu bine bir şekilde, dedim ki bırakamaz mıydın misafirlerimi, ne oldu yani? kurallar böyle, kusura bakmayın dedi. öyle mi, öyle. tamam amk. sonra hep hatasını kolladım yaklaşık 2 ay boyunca ama bi gece, işte o gece var ya hiç ummadığım bir yerde çıktı o fırsat karşıma. bizim sitenin yakınlarında fazla bilinmeyen ıssız bir kuytu köşe var. tesadüf eseri alışveriş yaparken tanıştığım komşu sitelerden birinde oturan bi hatun öğretmişti orayı bana. arabayla gidip arabada içebiliyorduk mekanda. genelde hep birkaç tane araba oluyordu. saat 22:00 sularıydı. bi baktım sitenin servis minibüsü orada amk. tanınmamak için sweatshirtün kapşonunu geçirdim başıma. arabanın kenarında turladım dikkat çekmeyecek bir şekilde. arabaya karı atmış amkmun evladı, içki içiyorlar. şöför tarafına geçip camı tıklattım. kapıyı açtı bu, çektim fotoğrafını telefonla. öyle bir kare aldım ki ama, hem bu mal, hem yanındaki mal, hem de konsoldaki biralar görünüyor. kurallarda bu da var mı lan dedim. tanıdı beni, abi napıyorsun ya dedi. yarın görürsün dedim muallak, sitenin minibüsüyle ne taklar yiyorsun sen. abi kulun kölen olayım dedi, yalvarırım aramızda kalsın, işimden olurum, yanarım dedi; artık çok geç zütveren dedim. nasıl yalvarıyor ama görseniz. yarın ola hayrola diyip eve geldim. bulmuş bu numaramı artık nereden bulduysa, gece saat 01:00 civarı aradı beni. abi diyor, ben ettim sen etme, gözünü seveyim anla halden falan. sen dedim bi büyük rakı al, vardır bu saatte açık bi tekel illaki, benim daireye getir şu numaraya bekliyorum. bi baktım geldi 15 dakikaya kalmadan. 100'lük rakı almış bi de yağcı bin, yanında şalgam suyu falan. şalgamı geri verdim, kim istedi dedim, bunu sen iç. rakıyı aldım tabi. zorla 1 litrelik şalgam suyunu içirdim bine kapının önünde. tamam dedim sonra, git sen. sabaha tekrar konuşuruz. gitti tabi, sabah arıyor zütü tutuşmuş bir şekilde abi ne yapıcaksın kurbanın olayım falan diye. tamam dedim, şikayet etmicem seni. şimdi kuru temizlemeciden tut, cips almaya kadar gönderiyorum iti. hatta geçen tv ünitesi almaya bile zütürdüm. isterse gitmesin amk, benimle uğraşmak ne demekmiş çok iyi anladı

sitede bir de büfe var, ıvır zıvır alışveriş için ama alkol satmıyor diye uyuzum muallakye, o yüzden alışveriş yapmıyorum pek. adamın tipi aynı metin milli'ye benziyor amk; eskiler bilir, metin milli diye bi şarkıcı vardı. böyle 35 ekran bi kafa var lavukta, manda başı gibi. artı olarak bıyık ve hareli kahverengi kemik gözlükler falan. arada büfenin önüne gidiyorum ve buna bakıp gülüyorum böyle pis pis. hani çocuklar birini kızdırmak için güler ya, aynı o hesap. bir şey de diyemiyor amk. mimli adamım, biliyor tabi; bulaşmayalım şuna hiç diyor belki de. geçen sırf pislik olsun diye bi hürriyet gazetesi, bir şişe soda, bir de tüp çokokrem aldım, 200 tl verdim. dedi ki sonra alırız, problem değil. yok abi al dedim, olur mu hiç öyle şey, ölümlü dünya. yarın ne olacağımız belli değil. içinden saydırıyordu bana kesin ama dediğim gibi bir şey diyemiyordu. zorla bozdurttum parayı amk. sonra diğer cebimden 5 tl çıkardım. hadi bee dedim, abi valla kusura bakma varmış bozuk. hayırlı işler diyerek eve gittim, sodayı açıp içtim. midem rahatlamıştı bayaa. güzel bir gün diye geçirdim içimden sonra, terasa çıkıp bir sigara yaktım. yeni işe alınan bir güvenliğe oryantasyon eğitimi veriyorlardı aşağıda, onları seyrettim gülerek

o akşam motogibletle çarptığım kapıcımız sadik ile yönetici olacak zütveren bloktaki daireleri tek tek dolaşıp blok ve site hizmetlerinden memnun olup olmadıklarını soruyordulardı herkese. tabi sesler geliyor, çözdüm olayı anında. yan dairedelerdi. sıra bana geliyordu. koştum banyodan diş fırçamı aldım, diğer elimde de tüp çokokrem vardı. zili çaldılar, kapıyı açtım. hayırdır dedim. bu meyanda çokokremi diş fırçasına sıktım ve başladım dişlerimi onunla fırçalamaya. bana bakışlarını görücektiniz ama, hayalet görmüş gibi sanki. sonra birbirlerine baktılar öylece. ben bu meyanda çokokremle dişlerimi fırçalamaya devam ediyorum ama bunlara bakarak ve kaş göz ile evet anlatın bakalım baabında mimik yapıyorum. eee dedi yönetici boru sesiyle, iyi akşamlar dileriz; yan daireye geçtiler. kapadım kapıyı. hemen bi yudum su içerek bunların duyacağı şekilde gargara yaptım gürültülü bir halde. yöneticinin sesi geliyor yan taraftan hay allah belanı versin yaa diye. kapıyı açıp yan dairenin oraya baktım bunlara doğru tiptip, tekrar içeri girdim. sonra bi daha kapıyı açıp bunlara baktıktan sonra tekrar içeri girdim. amk pgibolojilerini gibip attım orada iki dakikada. sonra bi duble rakı doldurdum ve kendi kendime gülmeye başladım amk, ulan okçu biraz daha kalırsan burada herkes kafayı yiyecek diye

hayat zaten spontane amk. plan program yapsan ne gibe yarayacak ki? bi kız arkadaşım vardı. hediye olarak ördek getirmiş bana. bildiğin yavru ördek işte. bi ördeğimiz ekgibti zaten. yaz aylarıydı, terasta besliyorum tabi ama bu zütveren hayvanlar çok pis. sakın kız arkadaşlarınıza ördek falan almayın sevimli olucam diye ya da ördek getiren kız arkadaşlarınız olursa anında koyun kapıya. ulan her tarafa sıçıyor musibet, bi de çok pis kokuyor. küçükken sevimli belki de gerçekten, evet ama büyümeye başladıklarında hiç çekilmiyor bu tarz hayanlar. hatun geldi bi akşam, rakı içiyoruz. dedi ki okçu bu aralar çok içiyorsun. ulan dedim, biz seninle nerede tanıştık? barda. daha ne amk, neyin tafrasını yapıyorsun şimdi bana. yok işte ne olucak böyle, nasıl yapıcaz falan. yöneticiden betersin dedim, ayık kafayla demek ki hiç çekilmeyeceksin, o yüzden içiyorum. baktım çantasını falan toplamaya başladı, bırakıp gidicek yani. gibtiğimin ördeğini de al dedim, almadı. geri gelmek için bahanesi olsun istiyordu belki de. iyi dedim amk; aldım ördeği kucağıma ve aşağı inip süs havuzuna bıraktım. şimdi orada hala, daha da büyüdü. işin enteresan tarafı, herkes de ilgi gösteriyor amk. ulan diyorum bazen, şuradan bi ok salla şuna ama kıyamıyorum sonra boşver diyorum. neyse, benden uzak olsun da, yüzüyor mu artık sıçıyor mu, ne tak yiyorsa yesin

evet apartmanlar daha samimi böyle çok katlı bloklardan ya da sitelerden. en azından herkes birbirini tanıyor. oysa ben her gün gelip giderken tanımadığım bir sürü insanla karşılaşıyorum. bi akşam aşağı inmek için asansör bekliyorum katta. bizim yaşlı bi komşu ölmüştü, daha önce bahsetmiştim. onun evinden iki kişi çıktı. bi tanesi hatun, cidden çok da güzel bi hatun. diğeri ise mıymıntının tekiydi. sanırım taziyeye gelmişler. asansör geldi ve girdik kabine. ben tam z düğmesine basıcam, bi baktım bu mal atladı hemen kendisi bastı. ulan dedim töbe töbe. bu arada hatunu da kesiyorum tabi inceden. aynı gülşen bubikoğlu'na benziyordu, öyle bir güzellik işte. neyse, asansör tam zemin kata inmek üzereyken durdu, kapıyı gördük ama bir yarım metre kadar daha var tam kapının açılabilmesi için. yine elektrikler gitmişti anladığım üzere, nasıl olsa bir dakikaya kalmaz gelecekti, biliyordum. daha önce başıma geldi çünkü. baktım benden önce düğmeye basan angut panik halinde zıplıyor asansörde aşağı insin diye, yarım metre kalmış ya hani, basıncıyla aşağı indirecek asansörü; mantaliteye bak amk. napıyorsun lan gerizekalı dedim, kız güldü. tanrım, gerçekten çok güzel gülüyordu. ben de biraz daha gülsün istedim ve hadi dedim, biz de uyalım bu sivriye madem, hep beraber zıplayalım amk, belki bi tesiri olur. biraz zıpladık. sonra jeneratör devreye girdi zaten ve asansör kata indi tam anlamıyla. açtım kapıyı, çıktık dışarı. hatun iyi akşamlar dedi bana ve bi baktım yönetici yardımcısının oturduğu dairenin kapısına gitti. hani o ayağını fare ısıran züt var ya, o işte. ulan meğersem o adamın kızıymış. hagibtir dedim okçu, kısmetine bak amk.

rakı alıp döndüm eve. fasülye turşusu da vardı biraz ki gerçekten çok severim. ilk dubleyi doldurup fondip yaptım, ikincisini ise ağır yudumlarla içerken bi yandan fasulye turşusu yiyip diğer yandan da düşünüyordum amk öyle bi sığırdan böyle bi kız nasıl meydana gelir diye. karanlık çökmüştü. bu sefer zeki müren değil de, bi halil sezai açayım dedim, yanıma gel diyordu. ikinci duble de bitti; yenisini doldurdum. hayat gerçekten tuhaftı

biraz önce iki kız arkadaş geldi; canları çekmiş, evimde un helvası kavuruyorlar; dedim öldük mü amk. beyler, cidden evinize böyle tipleri almayın. elalemin hatunları ne güzel fırında makarna falan yapıyor. bize denk gelenler de helva kavurur ancak zaten. komşulara dağıtıcam bi kısmını birazdan, neşem öldü amk

sitenin çocuk oyun parkının arka tarafında bir duvar var. bi akşam kafede konuşurlarken duymuştum, o duvara çiçekli böcekli resim yaptırıcakmış yönetim. hem duvarın yarattığı görüntü kirliliği ortadan kalksın, hem de neşeli bir şeyler olsun diye. hayret amk, bu sığırlardan hiç beklemezdim böyle bir şeyi. bunu yapabilecek tanıdık biri olup olmadığını soruyorlardı birbirlerine. lafı duyunca dönüp dedim ki, benim bi kız arkadaşım var güzel sanatlar mezunu, harika resim yapar. daha önce böyle profesyonel duvar çalışmaları olduğunu da bildiğim için onu çağırabileceğimi ve fiyat alabileceğimizi söyledim, teşekkür ettiler ve görüşmek istediklerini söylediler. aradım hatunu, dedim böyle böyle, gel de hallet şu işi, ücreti neyse verecekler. kabul etti ve ertesi akşam için sözleştik. ertesi gün akşama doğru hatun geldi; bir duble rakı doldurdum kendime, o da vodka-nar içti. sonra aradım yönetimi, arkadaş geldi dedim, birazdan görüşmek için geliyoruz, bi yere ayrılmayın. gittik tabi, orada işin detayını anlattılar. işte duvarımızın ebatı yaklaşık olarak 40 m2 büyüklüğünde. örnek bir resim göstererek bu tarz bir şey istiyoruz, kaliteli boya kullanılmasını ve çabuk eskimemesini istiyoruz, yaklaşık maliyet ne kadar olacak bize diye sordular. kızcağız üşenmeden yazdı, çizdi hesap yaptı. şu boyadan şu kadar gider, en az 3 gün sürer bu tarz bir resmi yapmak vesaire vesaire. en nihayetinde 1000 tl'ye yaparım ben bu işi dedi tüm masraflar bana ait olmak üzere. adam dedi ki, ya boyacı 500 tl istiyor ama. ulan diye atladım lafa, boyacı mı bu kız amk, angut. hem iyi boya istiyorsun, hem çıkmasın diyorsun, hem güzel olsun ve şu resme benzesin diyorsun, hem de boyacı 500 tl istedi diyorsun. simsar mısın lan sen alçak, okumu çıkarttırmayın bana amk. yok işte kem küm falan filan. sokarım sizin duvarınıza da boyacınıza da, rezil ettiniz beni dedim, çıktık hatunla birlikte kapıdan. nasıl sinirlendim ama görseniz, o an yanımda ok olsa yemin ederim saplicam gibtiğimin sanat tacirlerine.

yaklaşık 1 hafta sonra boyatmışlar duvarı, gib gibi olmuş ama. böyle çocuk falan çizmiş boyacı ama çizdiği çocukların da hepsinin kalbi delik sanki, yetim gibi duruyorlar amk. resmi gördüm ve fotoğrafını çektim, bizim hatuna yolladım. taşak geçtik biraz. ertesi akşam gelirken siyah boya ve 2 numara fırça aldım. resimdeki çocukların hepsine bıyık yaptım amk; kimine hitler bıyığı, kimine ülkücü bıyığı, kimine badem bıyık falan, şekilli şekilli şeyler işte. sonra bir daha fotoğrafını çekip tekrar hatuna yolladım. evet dedi, bu sefer daha güzel olmuş. eve çıktım, telefondaki fotoğrafa bakıp bakıp üç duble rakı bitirdim. bir haftanın siniri ancak yatışmıştı o şekilde

kısa boylu bi komşumuz vardı aynı blokta oturduğumuz, asansöre binerken bi mevzu yaşamıştık; bahsetmiştim ondan. bi akşam arkadaşlarla muhabbet ediyoruz evde, hadi dediler bari aşağı inip tenis kortunda maç yapalım, bi ter atarız. tenis kortu çok amaçlı olarak kullanılıyor sitede. içinde minyatür kale var iki tane. adı tenis kortu zaten, başka herşey yapılıyor. roger federer kim diye sorsan traktör derler burada amk. birkaç özenti dışında tenis oynayanı görmedim bugüne kadar. onlar da hava olsun diye oynuyor kevaşeler, iki kere denk geldi de baktım, topa sanki balkonda halı dövermiş gibi vuruyorlar raketle.

neyse, biz dört kişiydik. sahada üç kişi daha vardı boş duran, onları da dahil ettik maça. 1 kişi ekgibti, bi baktım bizim kısa komşu oradan bize bakıyor. gelsene birader dedim, maç yapıyoruz. geldi tabi hevesle. dedim karşı kaleye geç sen. ben kaleci olmam dedi. iyi dedim, seni forvet yapalım, kafa topuna çıkarsın amk. te allaam ya, geçeceksen geç kaleye yoksa çık sahadan dedim. iyi madem deyip gecti kaleye. birisi yorulursa ileri geçerim diye düşündü belki de bilemiyorum. ama uyuz oldum bine. karşı kaleye ataklarla saldırıyorduk. bi ara boş bulundum, gol atma fırsatım varken al ulan muallak deyip zımbaladım bunu topla bilerek. göğsüne geldi top, zaten küçücük bişey adam, topla kaleye girdi amk. arkadaşlar koştular, buna nefes aldırdılar falan. sonra çıktı bu sahadan devam edemicem diye. biz de yorulmuştuk, eve çıkıp biralama yaparız dedik. baktım bu sahanın kenarında, gitmemiş bin, oradan bize bakıyor. baktıkça gülesim geliyor ama; böyle kaşlar düşmüş, sanırsın iki ünite kan vermiş de süzülmüş. çıktık sonra yukarı ve buz gibi biralarımızı içtik, biraz da eski kaşar kestim. o gece yine sahanın yıldızıydım, arada böyle ter atmak lazım diye düşünüyordum

eylül ayıydı. henüz akşam olmamıştı, bira almış eve gidiyordum. siteye girdim, bi baktım körler orkestrası konser veriyor amk. bilirsiniz onları, istanbul'da her yerde görülebiliyorlar. kartal marka arabanın içinde oradan oraya taşınan üç kişilik bir orkestra işte ve bir kişi de para topluyor sağdan soldan. site yönetiminden izin alıp açmışlar tezgahlarını bizim buraya; bi kadın solist, bi tanesi klavye çalıyor, diğeri de saz. zaten nick cave and the bad seeds'i ya da ne bileyim portishead'i bekleyecek halim yok, idare ederiz bari dedim. en azından evde içeceğime makara yapalım biraz diye düşündüm.

neyse; çöktüm süs havuzunun kenarına, bi bira açtım. cebimde biraz bozuk para vardı. para toplayan adamı çağırdım yanıma, bi kısmını çıkardım ve al dedim. bak bu parayı veriyorum ama zeki müren'den bir yanıgının külünü yeniden yakıp geçtin'i çalsınlar, yoksa geri alırım. bi de sigara yaktım. paranın tamdıbını özellikle vermedim çünkü daha sonra yine istek çaldırıcaktım, öbür türlü çalmayabilirlerdi. yaklaşık 1 dakika dolmadan başladılar benim şarkıyı çalıp söylemeye. amk arada anons yapıyorlar, yardımsever site sakinlerinden desteklerini bekliyoruz falan diye. sadece bir kişi para attı bizim bloktan, adam hemen koşup aldı tabi. karşı bloktan da para attılar, oraya da depar attı lavuk, sağlam ciğer vardı adamda. yaşlı bir teyze de sanırım birkaç tl falan verdi, onun dışında para veren görmedim. ben şarkıya konsantre olmuşum, bi yandan bira çekiyorum, bi baktım para toplayan adam karşı bloğun oraya fırladı. hayırdır dedim, döndüğünde. kimse yoktu ki orada, niye koştun? abi dedi, karga ağzından ceviz bıraktı da onu almaya gittim. ulan dedim, allah belanı versin muallak. bizim orada taa eskiden kalma bir ceviz ağacı var, inşaat sırasında kesmemişler. o sıralar da tam ceviz mevsimi zaten. meğersem kargalar yerden ya da daldan ceviz alıp yüksekten aşağı bırakırlarmış sert kabuğunu kıramadıkları için. ceviz haliyle kırılıyor tabi yere düşünce, karga da yere inip cevizin içini yiyor ama bizim karga muhtemelen bilmiyordu o esnada  orada kendinden uyanık bir zütveren olduğunu. birayı bitirip yukarı çıktım, bozukluklar cebimdeydi. böyle tek tek, hiç üşenmeden 2 dakikada bir para atıyordum, koşup geliyor parayı alıp gidiyordu. öyle 5 kere koşturdum bini. sonra toplanıp gittiler zaten. üçüncü birayı açmıştım ve hayat ne kadar garip diye düşündüm, bir karganın kısmetine bile göz dikebilen muallakler yaşıyor içimizde. sonra bir bira daha açtım; akşam oluyordu ve gökyüzünün akşam turunculuğu güneşten çok ısıtmaya başlamıştı içimi

geçenlerde panoya ilan asmak suretiyle duyurmuşlar, site genelinde pazar günü yangın tatbikatı yapılacakmış. kapıcı sadık da kat kat dolaşıp haber veriyor cumartesi akşamından. rakı doldurmuş içiyordum tulum peyniriyle. sadık çaldı kapıyı, dedi abi böyle böyle, tatbikat var yarın. ulan dedim, site yansa ısınırız diye sevinip doğalgaz açmayacak muallakler var burada; neyin tatbikatını yapıyorsunuz. neyse, yazmışlar işte tatbikat celbine her daireden bir kişinin katılması mecburi. itfaiye çavuşu kapıcı sadık, itfaiye amiri site yöneticisinin yardımcısı, itfaiye şube müdürü de yönetici vesaire diye, kendilerine hemen bir hiyerarşik zincir belirlemiş zütler. belediye başkanlığı ve itfaiye müdürlüğünün özel izniyle diyor celpte. giberim dedim başkanınızı müdürünüzü. ben itfaiye eri mi olucam lan sizin aranızda? gelmiyorum dedim amk, gelin alın.

ertesi gün öğleden sonra baktım bu mallar aşağıda toplanmış. harbi katılım olmuş ama. yok efendim belediye başkanlığına bağlı olan bir organizasyonmuş da, herkes katılıcakmış. katılmıyorum amk, yaktım mangalı terasta. nasıl yelliyorum püfür püfür, iki dilim sucuk attım yine. rakıyı doldurdum. açtım bir de zeki müren'i son ses. aklıma şey geldi o an. ortaokulda böyle bi yangın tatbikatına katılmıştık, haliyle orada hayır katılmicam diyemiyorsun. okul koridorlarında meşale falan yakıcaklardı, her şey önceden tarif edilmişti. millet parmakları hazırlıyor tabi, işte ben sisin içinde şunu parmaklicam, ben bu kızı parmaklicam diye. okul zili çalıyordu uzun uzun, herkes fırladı sınıflardan. birbirini parmaklayan parmaklayana. bana da neslihan denk gelmişti. güzel bi kız değildi ama olsun dedim amk, şimdi boşa gitmesin şu hengame. çok şükür karambol ortamında kör bir parmağı yemeden okul bahçesine inmeyi başarabilmiştim. şanslıydım. bunun gibi bir şey yani mevzu. böyle bir organizasyon olsa düşünebilirdim katılmayı ama ne bileyim, aşağıda iki tane limon sandığı yakıp üzerine köpük sıkmak yavan gelmişti bana. ikinci dubleyi doldurdum; hala bir şeyler anlatıyorlardı orada. oysa ben bunları çok önceden duymuştum. sucuklar da güzel kızarmıştı, bi parça da turşu attım ağzıma ve bi sigara yaktım. ateşle oynamak güzeldi

sitede öğretmen bi hatun var. yaklaşık 35 yaşlarında, edebiyat öğretmeni. entel dantel muhabbetlere kaçmamak kaidesiyle arada kafede denk geldiğinde inceden edebiyat konuşuyoruz. yeni araba almış bu. direksiyonu pek iyi değilmiş, benden yardım istedi, biraz trafiğe falan çıkalım dedi. iyi dedim amk, yardımcı olayım ama bi büyük rakı alırsın. sonuçta vaktim kıymetli kendi çapımda. neyse ertesi gün aradı beni, hazırım ben aşağıda otoparkta bekliyorum. baktım çalıştırmış arabayı, beni bekliyor. açtım kapıyı, oturdum yolcu koltuğuna; hadi bakalım dedim. taktı geri vitese. hani gerigeri giderken bi hareket vardır, sol el direksiyondayken sağa doğru kıvrılıp sağ kolunla sağ koltuktan destek alarak arkaya doğru bakarsın. bu mal o hareketi yapayım derken koltuğa tutunacağına bana elense çekti amk şaaakk diye, resmen şaplattı ensemi. ulan dedim, kasten mi yapıyorsun! gözümden yaş geldi bacısını gibeyim, hatun diye çakamadım da bi tane, indim aşağı. gibicem dedim arabasını da, direksiyonunu da şimdi. bıraktım karıyı, çıktım eve. doldurdum bi duble rakı, ulan dedim okçu bi rakı için enseye yedin şaplağı karıdan. bi paket beyaz leblebi açtım, sinirden çatır çutur yedim amk dişlerimi çatırdata çatırdata. belliydi, o gün ters giden başka şeyler de olacaktı

bugün jim morrison'ın doğum günü ve uzun zamandan beri ilk defa viski içiyorum sek ve iki buzlu. terastan yayına başladım amk, tüm siteye doors dinletiyorum. bloğa girerken baktım bizim sadık girş koridorundaki danışma masasında pizzacıların, sucuların, kebapçıların falan broşürlerini tasnif ediyor. eminim bi çıkarı var o işten muallaknin, yoksa öyle itinalı dizmez hayatta. dedim tanır mısın jim morrison'ı sadık? tanımam abi dedi. tanısan inan bana severdin dedim ve çıktım yukarı.

bu akşam biraz müzik dinleyelim, biraz da kafa. ok sallicam şimdi aşağıya, artık kime denk gelirse amk

bodrum'dan misafirlerim geldi, birkaç gündür onları dolaştırıyorum. misafir ağırlamayı severim. hani muhabbeti kurduktan sonra istanbul'a geldiğinde mutlaka beklerim kenks deyip telefonuna bakmayan ya da çok acil işim çıktıcı zütlerden değilim. dün akşam saat 11 civarıydı, rakı balık yapalım hesabı gittiğimiz kumkapı'dan dönmüştük. hava biraz serindi ama güzel sayılabilirdi ve eve çıktıktan sonra dedim ki, gelin aşağıda biraz biralama yapalım. kamelyaya indik dolaptan birer tane bira alıp. bira rakının üzerine cila niyetine içildiğinde gerçekten tat veriyor. neyse, oturduk masaya, sohbet devam ediyor. baktım bizim sitedeki emolardan biri evine doğru gidiyor, hani o yoğurt yedirdiğim. lan dedim, gel bakim buraya. geldi, buyur abijim dedi. bak dedim misafirlerim var, bana dışarıdaki tekelden 100 gram kaju al gel. kaju? hocu gibi bişey işte; sen söyle adama, anlar o. gitti, 5 dakika sonra geldi. abhi dedi, kaju kalmamısh yea. ulan dedim muallak, madem kaju yoktu, niye kuruüzüm almadın? quruüzhüm? çarpıcam şimdi hee, bi işi de becerin amk dedim; yol verdim bine. zamane gençliği gerçekten biraz gerizekalı sanırım. hani aralarında akıllı çocuklar da var ama ulan madem kaju yok, insanın aklına gelmez mi amk kaju yoksa kuruüzüm alıp gelmek? çarpıcaktım böyle, zor tuttum kendimi. üşümeye başlamıştık, biralar da bitmişti. şişeleri masada bırakıp çıktık yukarı. ev sıcacıktı ne güzel. jack nicholson'ın guguk kuşu'nu açtım ve bi sigara yaktım. gece daha yeni başlıyordu

bir de bazı tipler var, arada atıp tutuyorlar kafede işte yok benim buyum var, şuyum var diye. sanki alkent 2000'deki tripleks villalarda işadamları ve sanayicilerle oturuyoruz da, birbirleriyle servet yarıştırıyor zütverenler. geçen anlatıyor çulsuzun biri bende 4 tane otobüs var, kamil koç'a bağlı olarak seferlere çıkıyorlar falan diye. dayanamadım döndüm arkamı, bende de 2 tane üç katlı otobüs var amk dedim, asansörlü hem de. apıştı kaldı züt. bi de o akşam kafeye dışarıdan bi milli piyangocu girdi, izin almış güvenlikten bilet satabilmek için. baktım herkes alıyor, ben de alayım dedim. dayı dedim, ver bakalım bi bilet. uzattı desteyi. sen kendin ver uğurlu ellerinle dedim. amk diğer elini bi uzattı; meğer adam çolakmış, 3 adet parmağı var. uğur bu olsa gerek. dedim iki tane daha ver bari, şansa inanırım. enteresan şeyler beni buluyor hep ya da belki de ben enteresanım biraz, bilmiyorum. bu konuda tam olarak emin değilim yani. eve çıktım sonra, bi duble rakı doldurdum. boş boş konuşup birbirine hava atan muallakler kadar değil de, bilet satıp geçinmeye çalışan çolak piyangocu kadar içindeydim hayatın. sonra bi sigara yaktım ve derin bir nefes alıp pencereyi açtım. dışarıdan gelen serin havayla dağılmıştı duman bazen dağılıp giden zihnim gibi

beraber tavla oynadığımız komşumdan daha önce bahsetmiştim. diş hekimi bi kız arkadaşım var, arada gidip geliyor bana. zaman zaman geldiği için bizim bu komşu da tanıdı haliyle hatunu. diş hekimi olduğunu da biliyor. bi akşam kamelyada bira içiyorduk hatunla. baktım geldi bu, dedi ki okçu yaa, senin arkadaş dişçiydi dimi? evet dedim, konuşabiliyor da; ona sorabilirsin. neyse, başladı bu anlatmaya. dişinin ağrısının geçtiğinden, fakat zıpladığı zamanlarda tekrar ağrı yaptığından bahsetti ve ne yapmalıyım diye sordu hatuna. dayanamayıp lafa atladım, o zaman zıplama amk dedim. ulan madem zıplayınca dişin ağrıyor, o zaman sabit durucaksın. zıplama deyince aklıma geldi, geçen birkaç tane hatun gördüm sitede. böyle zıplayıp zıplayıp fotoğraflarını çekiyorlardı. bi de böyle tuhaf tuhaf mimikli, ezik büzük suratlı beraber ve solo fotoğraflar falan. yanlarına gittim, ne yapıyorsunuz gerizekalılar dedim. meğersem modaymış genç kızlar arasında böyle zıplayıp havadayken fotoğraf çektirmek. ya sabır dedim, eve çıktım. doldurdum bi duble rakı, açtım zeki müren'i. terasın demirlerinden aşağı baktım, hala havuz kenarında zıplıyordu bu kevaşeler. çıkardım oku, salladım bitane ama denk getiremedim amk. indim aşağı sonra, geri aldım düştüğü yerden çünkü kalan son okumdu, allah belanızı versin lan deyip yukarı çıktım tekrar

otoparka indiğimde bir gece, sileceğe yapışmış bir not buldum el yazısıyla yazılmış. tarz adamsın falan diyordu; ismim şu, 5. katta oturuyorum, şu dairede, ara beni. yönetici olabilirdi; ne aricam amk. birkaç hafta sonra bi not daha buldum. insan sandık diye not bıraktık yazıyordu. aradım eve çıkınca merak edip, sinirim bozulmuştu. hatun çıktı. sesi güzeldi. dedim ki, adam sanmışsın ve not bırakmışsın. asansörde karşılaşmıştık bi akşam dedi, sen hiç yüzüme bakmamıştın. ne bakıcam dedim amk, bitmiyorsunuz.

menemen yapıyordum o gece, domateslerin kabuğunu soymuştum; daha güzel erisin diye ateşin üstünde rendeliyordum. kapı çaldı. buymuş meğersem gelen; tuz var mı dedi, var dedim.

sonra evlendi geçen ay. davetiye göndermiş; çağırmış. gittim amk. çeyrek altın falan zütürmedim, sadece mutluluklar diledim uzaktan. zaten yakın yerde ve yakın bi ortamda oturan biriyle evlenmişti. hiç gibimde değildi etrafımda olan bitenler. bi rakı doldurdum ve placebo açtım o akşam, i know diyordu muallaknin biri ve diyordum ki ben de, evet okçu, şanslı adamsın olm

sonra o akşam asansörü beklettim biraz katta, ki her zaman sinirlenirdim ben asansör neden gelmiyor vaktinde diye. kapıya sırt çantamı koydum kapanmasın diye, eve koşup torpil aldım ve yakıp bıraktım asansörün içine aşağı inerken geçen kurban bayramından kalan. kime denk gelirse. kaçıncı kattayken patladı bilmiyorum ama aşağıda bir kargaşa vardı. giberim sitenizi dedim, bloğunuzu, hayatınızı. fena patlamıştır ama dar alanda. bi sigara yaktım sonra

geçtiğimiz salı günü öğleden sonrası eve dönüyordum. tekele uğrayıp bi büyük rakı aldım, iki tane bira ve biraz da beyaz leblebi. girdim siteye. baktım birkaç tane gözlüklü moloz kamelyada oturmuşlar, cern'deki deneyi tartışıyorlar. yok işte higgs bozonu, yok efendim tanrı parçacığı, varoluş ıvırzıvır falan. lan dedim napıyosunuz gibtiğimin bilimselleri, başka işiniz mi yok. amkmun yerinde oturup neyi tartışıyorlar yaa, sanırsın tübitak'ta yoğunluktan bunalıp bahçeye hava almaya çıkmışlar. bitanesi dedi ki, siz anlamazsınız bu konulardan falan. ulan dedim angut, burada kainatın varoluşundan bahsediyorsun, iki dilim sucuk versem doğru düzgün kızartmazsın amk. neyse, çıktım eve. terastan bunları kesiyorum inceden inceye. hava da gayet güzeldi. bi arkadaşım zamanında hediye maket helikopter getirmişti ama böyle kolpalarından değil, orta boy birşey ve kullanımı hakimiyeti vesaire gayet güzel. bi duble rakı doldurdum, saldım amk helikopteri bunların üzerine; böyle pike yaparak tepelerine indirip tekrar geri çekiyorum makinayı taarruz uçağı gibi. alın size tanrı parçacığı muallakler. göremediler tabi benim olduğumu çünkü terasta gizlenmiştim. hem rakı çekiyordum, hem bunlarla uğraşıyordum, bi yandan da gülüyordum kendi kendime. sonra tedirgin oldular, toplanıp gittiler. ben de aşağıda güvenli bir bölgeye indirdim helikopteri. sonra inip aldım, yukarı çıkardım. kartal gibiydi maşallah. ilk defa işime yaramıştı geldiğinden beri.

yazın terastayız, rakı içiyoruz. güzel bir akşam diye geçiriyorum içimden. gürültüler geliyor alt kattan. alla alla dedim, ne oluyor lan. sonradan farkettim, alttaki sığırın penceresi açıkmış; içeriden akasya durağı dizisinin sesi geliyor amk. gülüyorlar bi de. allah belanızı versin yaa. hiç üşenmedim, kaptım raftan bi tarkovski dvdsi, nostalghia, indim aşağı. çaldım kapıyı, kapı açıldı. dedim ki dayı, site yönetiminin kararı bu, her kat maliki bu dvdyi izlemek zorunda. en son ben izledim, sıra size geldi. ama dedi üst katta oturuyorsun, sıra yan dairende değil mi? dayı dedim amk, bu zekayla akatlar maya sitesi'nde oturman gerekirdi ama hayat işte. burada işler o şekilde yürümüyor, kura çekildi. adam homurdana homurdana aldı dvdyi. dedim yarın mülakat var filmle ilgili, haberin olsun; kenara atma yani. ulan cidden açtı filmi, duydum sesleri. 2 saat boyunca dimağı gibildi içerdekilerin, eminim. en azından akasya durağı izlemelerinden daha iyiydi, zihinlerinin sınırları zorlanmıştı bu sayede. onlar filmi izlerken bi ufak rakı bitirdim, üzerine de iki bira içtim. cidden güzel bir akşamdı ve canım turşu çekiyordu

bi zütveren komşu var, yaklaşık 50 yaşlarında; ne zaman görse sigara istiyor amk. en son dedim, bak dayı bu böyle olmayacak. ergen binler havuz kenarında sigara içiyorlar akşamları. tanıdık falan gördüklerinde ya da aileleri bunları eve çağırdığında paketlerini zulalayıp evlerine çıkıyorlar. sen bence bu paketlerin peşine düş. baktım ertesi sabah havuz kenarında sigara arıyor bu sığır. ne oldu, var mı bişeyler diye bağırdım terastan aşağı, yok dedi. olur olur dedim, bak sen. neredeyse 2 hafta kadar sigara arayıp durdu ama bi tak bulamadı tabi. kimlerle oturuyoruz yaa. bitanesinin çamaşır makinası sanki evde depar atıyormuş gibi çalışıyor. ben gürültü yaptığımda şikayet eden zütler kendi çıkardıkları gürültünün farkında değil. bi akşam film izliyoruz evde. çalıştırdı makinayı alt komşu. amk dayanamadım indim aşağı, dedim ki abla senin çamaşır makinesi bize gelmiş, birini gönderip aldırıver. kadın şaşırdı, gitti içeri baktı yerinde duruyor mu diye. yoo dedi, burada. alla alla dedim, geri döndü herhalde. çıktım yukarı, nar suyu sıktım. vodkayla karıştırıp diktim kafaya tek nefeste. o gece başka türlü bitmeyecekti ama benim de karşılığında yapacağım bir şeyler olucaktı pek tabi

o meyanda zaten kafam bi milyon olmuş, arkadaşa dedim gelin beni alın, şuradayım. hadi bize gidelim. geldiler sağolsunlar, aldılar. dönüyoruz. siteye girerken, tam böyle güvenlik noktasına girmeden önce, önümüze bi muallak kırdı direksiyonu aniden bizden önce otoparka girmek için. sakat plakası vardı araçta. hani bilirsiniz, plakanın sol tarafında tekerlekli sandalye amblemi olanlardan. kafa kafaya geldik. indim aşağı, ne oluyor lan dedim? yok işte girişte dirlik düzen yok falan diyor zütveren, nasıl olacak bu işler. lan dedim, neyse. sonra arkadaşlarım da indi arabadan; ritmik hareketler yapmaya başladık hep beraber, şınav çektik senkronize. jimnastik aerobik vesaire. kötü çocuklardık

o kadar istekte bulunduk, en sonunda siteye çam ağacı alıp süslediler geçen hafta. baktım girişteki büyük güvenlik noktasını da ışıklarla süslemişler, hayret ettim amk. demek ki biraz akıllanmış zütveren yönetim. tamam, bunlar eyvallah, cafeye yapılan ışıklandırmalar falan da eyvallah ama sitenin içindeki büfenin cdıbına nev year 2012 yazmış o metin milli'ye benzeyen büfeci olacak sığır. ulan zaten yanlış yazmışsın muallak, neyin peşindesin? alkol satmazsın, meze satmazsın, sanane amk 2012'den, sanane new year'dan. o yazıyı gördüğümde hiç üşenmedim, çıktım eve, redhouse ingilizce sözlüğü alıp aşağı indim(bi ara milliyet gazetesi 30 kupona verdiydi). yanına gittim, sözlükteki new sözcüğünü açıp gösterdim. bak dedim, yanlış yazmışsın, olmamış bu. e dedi, nasıl düzelticem köpük bitti? ver amk dedim ordan bi kabartma tozu. verdi, açtım. hafifçe ıslatıp v harfini w harfine çevirdim. sen zaten ancak böyle kabartma tozu sat, karbonat sat, tombala sat züt kadar yerde muallak, başka da bir taktan anlama. sonra neymiş 2012, gibtir ordan

aynı blokta oturduğumuz astrolog bi karı var, yaklaşık 40 yaşlarında. baya kokoş bir şey. böyle incikli boncuklu şeyler giyinir, şuh pozlar takınır falan lakin bugüne kadar bir gibime merhem olmuşluğu yoktur. birkaç kere sitedeki kafede muhabbet ettik, anlattı şöyleyim böyleyim diye; hatta yerel bir tv kanalında programı da varmış, şu günde şu saatte yayınlanıyor dedi, hiç izlemedim ama anlattığına göre aynı rüyanız hayrolsun emine ayarında işte, oradan pay biçin. neyse, yılbaşından önce bizim kapı çalındı bi akşam, açtım baktım bu. hayırdır dedim, ya dedi sahan lazım bana, yumurta yapıcam. şuraya bak amk; hem astrologsun, hem evinde sahan yok. iyi dedim bekle, gittim içeriden sahanı getirip verdim buna. yarın getiririm dedi, tamam deyip kapadım kapıyı.

ulan bekle bekle bizim sahan gelmiyor. iki gün, beş gün, bir hafta derken şimdi karının evine inmeye de üşeniyorum ama bir yandan sahan da lazım. sucuklu, kavurmalı yumurta falan yapıyoruz arada, güzel oluyor yani. o gün açtım uydudan bu karının bahsettiği tv kanalını buldum. tam da gündüz saatinde, teması yeni yılda burçlar olan bir programı vardı ve bu aygonoş konuşup konuşup canlı telefon bağlantısı alıyordu. aradım, programa bağlanmak için. biraz bekleyin, biz sizi ararız birazdan dediler. 10 dakika geçmeden telefon çaldı, ismimi zaten yanlış vermiştim. bağlandım programa, burcumu falan sordu bu. dedim koç burcuyum. işte anlatmaya başladı koçlar şöyledir, böyledir, bu sene onları büyük sürprizler bekliyor. peki sizin yeni yıldan beklentiniz nedir diye sordu; valla dedim naime hanım, ben sadece sahan bekliyorum yeni yıldan. nee, sahan mı, ahahaha gülüştüler falan. birine sahan verdim, ertesi gün getireceğini söyledi fakat aradan bir hafta geçti hala tık yok amk dedim. bağlantı koptu o sırada, yayından attılar sanırım o esnada küfürü duyunca.

o akşam ben evde yokken getirmiş hatun sahanı, çok özür dileyip teşekkür etmiş ve kibarlık olsun diye içine de dört tane yumurta koymuş. eve geldiğimde yumurtaların hepsini haşladım ve dikey olarak ikiye böldüm. biraz tuz ve inceden karabiber gezdirdim üzerlerine. etrafına birkaç dilim de turfanda kış domatesi ki, iğrenç oluyor ama ne yapiim amk, seviyorum işte. bir büyük rakıyla dört tane yumurtayı yedim o gece aynen o şekilde. yeni yıl bana getirse getirse ancak sahan getirirdi çünkü, biliyordum

geçen çarşamba akşamı mangal yaktım terasta yağmur sonrası. hava serindi baya, birkaç dilim sucuk attım ızgaraya, rakıyla birlikte yuvarlıyorum inceden. bi hatun arkadaş geldi o arada, ona da bi duble doldurdum, muhabbet ediyoruz. ahh dedi, keşke kestane olsaydı şimdi, ne güzel yapardık mangalda. amk hiç dışarı çıkıcak halim yoktu, aşağı baktım bizim emolardan biri dolanıyor ortalıkta. fiyuuftt, ıslık çaldım. baktı yukarı. alıştırdım bunları, ıslık çalınca anlıyorlar ben olduğumu. yukarı gel yukarı diye bağırdım, çıktı geldi. 10 lira verdim, git dedim kuruyemişçiye, onda kestane vardır. qesthane diye yüzüme baktı amk. ulan dedim bildiğin kestane işte. 10 liralık al, ama geçen seferki gibi olmasın bak, kestane bulamazsan en azından kuruüzüm al dedim. bu arada bu muallaknin ismi de basri. ulan basri diye emo mu olur amk? hayır yani bakkal basri olur, nalbur basri olur ama emo basri olmaz. babasını mahkemeye vericekmiş zaten, ismini değiştiricekmiş, öyle diyor. neyse, aldı geldi bu kestaneyi. gel dedim içeri, öğren amk bu işlerin nasıl yapıldığını. sizin nesil anlamaz bunlardan. önce halis behçet bursa çakısıyla kestaneleri çizdim inceden. sonra dizdim birbir itinayla mangalın üzerine. mis gibi kokular gelmeye başlamıştı. banyoya git ellerini yıka, oyalanma çabuk gel dedim emoya. kestaneler olunca direkt kabuklarını soysun diye bu mala uzattım maşayla çünkü kendi ellerim yanabilirdi. kestane soymak çok taktan bi iş gerçekten yaa. oflaya poflaya hepsinin kabuklarını soydurdum ite. sonra gazete kağıdından külah yapıp içine yedi tane kestane koydum. neden yedi tane koydum bilmiyorum ama. hadi bakim dedim, ufak ufak yol al sen. emo uzaklaştı kendi dünyasına doğru. ben rakıya devam ediyordum, hatun ise kabukları soyulmuş kestaneleri arsız bir sincap gibi didikliyordu. güzel bir geceydi, yıldızlar ve ay görünmüyordu ama ben orada, tam tepemde olduklarını biliyordum

cumartesi öğleden sonra evde rakı içiyordum. kapı çaldı. baktım, bazıları tavla oynadığımız sıyrık komşum, gel dedi okçu, bi parti tavla atalım; hesabına. iyi dedim amk, kaşıntın başladı yine abi. şimdi bu muallak çay içer, ben rakı içmişim zaten. o kafayı çayla ya da kahveyle taka bulayamam diye düşündüm. bi ara johnnie walker'ın promosyonla dağıttığı küçük metal viski mataralarından almıştım. inmeden onun içine biraz vodka doldurdum, koydum montun cebine. kafeye indik, oyuna başladık. o çay söyledi, ben de kayısı suyu. neyse, geldi benim kayısı suyu. yarıya kadar çakozladım, sonra içine kimseye çaktırmadan vodkayı doldurdum. bunun çay kaşığıyla bir güzel karıştırdım, öbür türlü direkt bodozlama dökersen vodka üstte kaldığı için acı oluyor. baktım montun diğer cebinde biraz da çifte kavrulmuş fındık içi var, onu da boca ettim bardağın üzerine. al sana mis gibi fındıklı vodka; hem etrafa da kokmuyor öyle rakı gibi, bira gibi, oohh mis amk. neyse, o esnadan bi yancı geldi. tanıştık; fotoğrafçılık yapıyormuş, adı saimmiş. bi çay içip kalktı lavuk. sonra abi bana geçirdi tavlada, şimdi ne yalan söyliim. 12 tl hesap ödeyip kalktım. 4 tane bira parası diye geçirdim aklımdan bi an, yalnızlık gibi çöktü içime. neyse gibtir et dedim, çıktım eve. rakılık keyfim kalmamıştı, vodkadan devam ettim o gece.

ertersi gün istiklal'de yürüyorum, baktım biri sesleniyor ookkçççuuuu diye. amk sağa bakıyorum, sola bakıyorum, sonra tekrar sağa bakıyorum; arkaya, ileriye kimse yok. bir daha oookkççuuu diye ses geldi. bu sefer nereden baksan 100 metre geriden bir el sallanıyor bana doğru. adam hızlı adımlarla yaklaşmaya başladı, iyi dedim ortada bi yerde buluşuruz diye ben de ona doğru yürüdüm. bi baktım, dün kafede masamıza yancı olan fotoğrafçı saim. yuhh amk dedim yanıma geldiğinde, daha bir kere gördüğün adamı 100 metre uzaktan nasıl tanıdın sen birader? abi dedi, fotoğrafçı dediysem böyle mehmet turgut gibi, nihat odabaşı gibi değilim ben. saray düğün salonu'nda fotoğrafçılık yapıyorum. bi baktığım adamı unutmam bir daha, kolay mı o fotoğrafları o kadar kalabalığın içinde dağıtıp para kazanabilmek? düşündüm, haklıydı amk. nasıl göz varsa muallakde kartal gibi, nasıl bir hafıza varsa artık fil gibi zütveren. aferin saim dedim, madem o kadar mesafeden tanıdın, gel bi duble rakı ısmarliim sana.

sonra muhabbet, rakı falan derken düşündüm biraz; mehmet turgut mu fotoğrafçıydı, yoksa şipşak saim mi? hangisi daha gerçekti, hangisi daha hayatın içindeydi? bir duble daha doldurdum kendime ve saim dedim, sana yeter 1 duble, fazla içme. hadi afiyet olsun bakalım

kar yağışını çok seviyorum. karda böyle mangal ve rakı muhabbetini ise daha çok seviyorum. her kar yağdığında mutlaka iki dilim sucuk atarım ızgaraya. geçen hafta istanbul'a kar yağdı malum. ben de zaten arada bir olan bu durumu değerlendirmek için terasa çıktım. etraf beyazlamaya başlamıştı. hemen yaktım mangalı, rakımı da doldurdum. yerler beyazladıkça kadeh de bitip tekrar beyazlıyor tabi, ooohh mis. amk bi baktım aşağıda bin kuruları çıkmış oynuyorlar karda. bağırdım tepeden, lan dedim evinize çıkın bak, örtüyü bozuyorsunuz. böyle kar yağdığı zaman o güzel beyazlığı pis ayak izleriyle bozanlardan nefret ediyorum. kartopu oynayan çocuklar da olabilir, sabahın köründe işe giden insanlar da olabilir ya da ne bileyim lastik izi bırakan bir araba da olabilir; hiç farketmiyor, hepsini gırtlaklayasım geliyor. baktım binler dinlemiyorlar lafımı, hiç oralı bile olmuyorlar, öyle mi, öyle dedim amk. salladım tepeden oku bunlara. hava biraz rüzgarlıydı, iyi nişan alamamışım, oradan geçen birinin yanına düştü dalga. bu ne hocam diye bağırdı. dedim deney yapıyoruz, dur bekle geliyorum almaya. aşağı indim, bi baktım herif aynı çöpçüler kralı filminde ayşen gruda'nın kaçak sigara satan ortanca abisini canlandıran adama benziyor amk, eşgal çok ağır. abi dedim kusura bakma, bilimsel çalışma var da yukarıda. kaptım oku elinden, fazla oyalanmadan çıktım yukarı.

sonra doldurdum bi duble rakı daha. mangal geçmek üzereydi. hazır geçmeden kıbrıs'tan bi arkadaşımın getirdiği hellim peynirinden attım ızgaraya. ağır ağır kızarır diye düşündüm ve o an aklımdan geçti; ulan dedim okçu, iyi ki vurmadın lavuğu yanlışlıkla. eskaza mevzu falan çıksa kavga da edilmez bu muallakyle; teyp hırsızlığıyla ayakkabı boyacılığı yapan kardeşleri çıkabilirdi her an bir yerlerden. gülümsedim sonra, dolu bir yudum daha aldım rakıdan ve sigara yakıp yağan karı seyretmeye devam ettim. çocuk sesleri kesilmişti ve kar biraz daha hızlanmıştı; ayak izleriyse karla dolup örtülüyordu usul usul

ulan bazen aklıma sitedeki ilk zamanlarım geliyor da, muallakler beni kolay lokma sanmışlardı galiba rahat rahat sindirebilecekleri ama ben çeçenler gibi direniyordum amk. kimse böyle olacağını tahmin etmedi. şimdi artık ben üzerlerine gidiyorum, gıkı çıkmıyor kimsenin. bu akşam kar geliyor diyorlar yine. eğer sağlam yağarsa, yarın sitenin girişine kardan okçu heykeli yapıcam nispet olsun diye. bunun için güzel sanatlar mezunu iki hatunla çalışmalara başladım şimdiden. rakılı muhabbet iyi gidiyor ama öğle vaktinde. detayları paylaşıcam dostlar

dün öğleden sonra kafeye indim. baktım haber kanalı açık, yaşlılar oturmuş çay içip haber dinliyorlar. işte kara pazartesi, istanbul'da kar alarmı, sibirya soğuğu falan hikayesi her zamanki gibi. spiker anlatıyor, istanbul hazırlıksız yakalandı. murat kazanasmaz canlı yayına bağlanıyor şu an haramidere sapağında yoğunluk sürüyor, acıbadem köprüsü tıkalı vesaire. yaşlılardan biri çaydan bir yudum alarak dedi ki acaba köprüde durum nasıl? dayanamadım atladım lafa, sanane amca amk dedim. napıcan sen köprüyü, zütünü yaymış sıcakta oturuyorsun burada, hayır yani istanbul'daki durum seni neden bu kadar ilgilendiriyor ki ihtiyar muallak? işleri güçleri yok, maksat kar yağsın, bunlara eğlence olsun amk. neyse, sonra çıktım dışarı. baktım, geçenlerde bana park yeri yüzünden tafra yapan zütveren komşu, anlatmıştım hani hatırlarsınız, yeni araba almış. bu havada trafiğe çıkıcak diye lastiğe zincir takabilmek için debeleniyor. dedim napıyorsun sen birader? görmüyor musun dedi. iyi dedim amk, kolay gelsin sana madem. çıktım yukarı, yaktım mangalı terasta mis gibi. zaten hava da tam mangallıktı. doldurdum rakıyı, geçen günden kalan birkaç parça kanat vardı soslu, onları da attım ızgaraya. sonra düşündüm, komşum olucak acemi muallaknin arabasının önden çekişli olduğunu bilmeme rağmen zinciri arka lastiğe takmasına neden göz yumdum diye. rakıdan sağlam bir yudum alıp bardağı fondipledim ve bi parça lahana turşusu attım ağzıma. aşağı baktım, otoparktan çıkmaya uğraşıyordu hala sığır. gülümsedim sonra, gibtir et muallakyi ya dedim, elalemin derdi seni mi gerdi okçu. bi duble rakı daha doldurdum, kar hızlanmıştı ama hayat olanca ağırlığıyla ilerliyordu

dün akşam bi kız arkadaşım geldi rakı içeriz diye. hava durumu malum, siteye rahat girmiş ama bizim bloğa girerken ayağı kayıp düşmüş, belini incitmiş. kapıyı açtığımda çektiği acı yüzüne yansımış bir hatun gördüm karşımda. e tabi rakılık hal falan kalmamış, uzandı kızcağız koltuğa. anlattı buzlanan mermerde kayıp düştüğünü falan. sinirlendim amk birden, yönetimi aradım. zütverenin biri çıktı, dedim o kadar aidat veriyoruz dıbına koyduğumun yerinde, tuzlama çalışması neden yapmıyorsunuz muallakler? kapattım telefonu. sonra çıktım dışarı, markete gittim. 20 paket billur tuz aldım, fişini de özellikle koydum poşede. geldim bloğun önüne, çağırdım bizim kapıcı sadık'ı. onunla beraber tuzları serptik bloğun önüne. ben bir yandan tuz döküp bir yandan da küfrederek yönetimin muallakliğinden bahsediyorken, kar yağışı ve soğuğa rağmen pencereye çıkıp eylemime destek veren komşulardan yoğun alkış ve övgü aldım. işlem bittikten sonra satın aldığım tuzların fişiyle birlikte yönetim binasına gittim, sığırın biri oturuyordu elinde nescafe kupasıyla. dedim ki bana bak müdür, bu fiş bloğun önüne tuzlama yapmak için aldığım tuzların fişi. kaydediyorsun bunu gidere, önümüzdeki ay aidatı ekgib vericem, zütü yiyen itiraz etsin. içine sıçılan bu güzel gecemin bedelini ise daha sonra tahsil edicem yetkili merciden. gıkı çıkmadı lavuğun, vurdum kapıyı çıktım amk. eve gittim, baktım hatun yatıyor; kalkmaya hali yok. doldurdum bi duble rakı, açtım zeki müren'i. üşüdüm üstümü örtsene anne diyordu. hatunun üzerine peluş battaniye serdim. bacısını gibeyim dedim içimden; hem aidat veriyoruz, hem sevişemiyoruz amk. ikinci dubleyi doldurdum akabinde; çok daha sertti ve bir sigara yaktım. gece uzun olucaktı

insanın bekar evi olduğu zaman gelip gideni haliyle fazla oluyor. baya eş dost var ama genelde normal değil onlar da pek. bitanesi geldi mesela geçen gün, terasta rakı içiyoruz. dedi ki, ya okçu şuraya bi güvercin kümesi yapalım, güzel olur falan. isteğe bak amk. dedim bi de piknik tüpünde çay demleyelim yanında, sen kuşçu ol, ben miroğlu; deliyürek'i baştan yorumlayalım çatıda. hep beni buluyor zaten; bi kız arkadaşım yavru ördek getirmişti mesela. başka bir tanesi kedi getirdi. ördeği atmıştım zaten havuza biliyorsunuz, kedi mevzusu ise bir garip oldu. ulan garibimin sesi çıkmaz amk, kendi çapında oynuyor halıyla, takla püsürle. bir gün kapıcı sadık geldi abi bi isteğin var mı falan diye, bi dakika deyip kediyi tutup kucağına fırlattım, at şu muallakyi bahçeye dedim. sadık kapıda bayıldı, kedi üzerine yapışmış. lan dedim ne oluyor, kaplan saldırdı sanki amk . sonra ayılttım zütvereni, korktum tabi ölür mölür diye. anlattı kendine gelince, askerden önce memleketinde eğlence yapmışlar. bu içkiyi fazla kaçırmış, gece bahçede sızmışlar. sabah ayılmış, bi bakmış üzerinde beş altı tane kedi. çığlık atıp bayılmış birden, marazlanmış ondan sonra. o günden beri kedilerden korkarmış; memlekette lakabı kedi sadık'mış zaten. o değil, motogibletle çarptığım yetmedi, bi de kediden sebep paket edicektim adamı yaa. ama nerden bileyim ben amk, sonuçta makara olsun diye kediyi saldım üzerine. şimdi ne suçum var söyleyin allasen

mevzunun aynı akşamı daha enteresan bir şey oldu. rakı aldım, tekelden dönüyordum. asansöre bi hatunla birlikte bindik. kızın altında eşofman, üzerinde mont ve elinde de market poşedi var. gayet de hoş hani. ben en üst kata bastım, ondan bir hareket gelmedi. alla alla dedim, çıktık kata. kapıyı açıp, buyrun dedim. teşekkür etti ve iyi akşamlar dileyerek tam koridorun karşısındaki daireye doğru yürüdü. ben de girdim eve. bir dakika geçmedi, zil çaldı. kız elinde poşetlerle gelmiş, yaa kusura bakmayın dedi. biz buraya yeni taşındık, markete gidicem diye çıktım ama anahtar içeride kalmış. ev arkadaşım henüz gelmemiş. kapıyı açmama yardımcı olur musunuz dedi. iyi dedim amk, kaptım evden bi bıçak, gittik bunun kapıya. tabi yiğitliğe tak sürdürmicem ya, böyle kırk yıllık çilingir mustafa gibi başladım kapıyı kurcalamaya. uğraş uğraş açılmıyor, bu böyle olmayacak dedim. kız bu arada arkadaşını aradı, yarım saate kadar geliyorum demiş. madem öyle siz gelin benim eve, arkadaşınız gelene kadar bekleyin dedim. neyse salona buyur ettim, muhabbet ediyoruz. kedi ortalarda dolanıyor koşturuyor falan. hatun bir hastanede hasta kabulde kayıt işleri ıvır zıvır yapıyormuş. çok kafa bir hatun ama, belli yani. ev arkadaşı da hemşireymiş. bir şeyler içer misin dedim, ne var diye sordu. valla dedim ne ararsan var. ben rakı içicem ama seni bilmem dedim. bira var mı dedi, olmaz mı dedim. kendime bi rakı doldurdum, buna da bira açtım. bardak? istemem dedi. biz tabi muhabbete koyulmuşuz, o esnada çıpırt etti; bizim kapı açıldı. bi baktım benim hatun açmış kapıyı anahtarla amk, eve giriyor. biz salonda rakılı biralı eşofmanlı muhabbet tabi. ulan dedi ne oluyor burada. ben anlatana kadar anahtarları kafama doğru fırlattı, eğildim. sıyırmıştı amk. kediyi aldı kucağına, allah belanı versin okçu dedi, bastı gitti. olay o kadar hızlı gelişti ki, ağzımı açıp bir şey söyleyemedim bile. hayır yani, o halde, o durumda söylesen zaten ne gibe yarayacak? hatun gitti, kedi gitti. 15 dakika sonra arkadaşı geldi ve komşu hatun da gitti. yalnız kaldım, bi duble rakı doldurdum ve okçu dedim, gökten am yağıyor, senin kafana düşene bak

gün geçmiyor ki, gibtiğimin yerinde dirlik düzen olsun. hiç üşenmedim, sitedeki konut sayısını ve bunun üstüne aylık ortalama ne kadar aidat geliri elde ettiklerini hesapladım bi akşam. çıkan rakam gerçekten korkunç. buna rağmen hala çok büyük ekgiblikler var. her ay detaylı yönetim faaliyet raporu asılıyor blok girişlerine ve kontrol ediyorum. bakıyorum mesela, temizlik deterjan bedeli yedi bin tl. pislik olsun diye arıyorum yönetimi, jean paul mü sıkıyorsunuz lan siteye diye soruyorum. bahçe düzeni ve peyzaj için ayrılan bütçe beş bin tl civarı ama o kadar masraf edilmesine rağmen gözle görülür bir değişiklik yok, ayağımız kedi takuna bulanıyor. hayır yani şu ntv'deki serdar kılıç gelse buraya doğada tek başına hesabı, iki gün dayanamaz, telef olur amk. ulan diyorum, şu yönetime adaylığımı koysam, güzel bir seçim propagandası yapıp başa gelsem mum gibi eder, hizaya sokarım muallaklerin hepsini. ama sonra düşünüyorum, değmez bu zütverenlere diyorum. boşver okçu, zaten üç kuruşluk keyfin var, milletin takuyla mı uğraşıcaksın diyorum. neyse amk, bu hafta yine kar geliyor; rakı ve sucuk stoğu yapmak lazım şimdi. hem bu sefer özellikle kontrol edicem site içinde tuzlama yapılacak mı yönetim tarafından diye. masraf yapılıyorsa böyle şeylere yapılsın arkadaşım, sonra yazmak kolay tabi amk yok deterjan şu kadar, yok peyzaj bu kadar diye. bizim karı zütü kırdı, hesabını kim verecek. sokucam zütlerine oku, o zaman anlayacaklar işte

sitenin kapalı garajı var, daire başına bir araçlık. olsun amk, sonuçta bu güzel bir hizmet. en azından yağmurlu günlerde falan oraya alabiliyorsun arabayı. temizleme derdinden falan da kurtulmuş oluyorsun, cazip yani. bi akşam baktım, bizim emolar kapalı garajda. ikisi gitar çalıyor, biri de şarkı söylüyor. böyle teoman ayarında tıngırdıyorlar. lan dedim gerizekalılar, siz çok yanlış gelmişsiniz; garaj olayını yanlış anlamışsınız. amerika mı lan burası gibtiğimin andavalları. orada milletin kendine ait kapalı garajı var, ne yapıyorsa orada yapıyor. hem metallica mısınız lan siz, garajdan çıkıcaksınız? amk en azından faydalı bir iş yapsanız bari. elalem apple'ı kurmuş garajda, google'ı tasarlamış, facebook'u yapmış amk. siz gib sesinizle şarkı söylüyorsunuz burada. ama aabie aqustiq bi ortham dedi bitanesi, önünde sayfa sayfa gitar tabları duruyor. aldım amk, dürdüm böyle kağıtları, ite vurur gibi patlattım ensesine. çıkın lan evinize dedim, asabımı bozmayın şimdi. sonra ben de çıktım eve. bi duble rakı doldurdum. ulan dedim, eloğlu neredeyse mars'ta koloni kurucak, bizim zütverenlerin derdine bak sen. biz o yaşlardayken böyle miydik? en azından bi karı-kız peşinde koşardık, bilardoya giderdik falan amk. hey gidi okçu be diyerek vurdum dubleyi. bi sigara yaktım ardından, güzel gençlerdik biz diye geçti içimden

toplumun ya da çoğunluğun diyelim, bireylere dayattığı hiçbir şeyi sevmiyorum. buna vakt-i zamanında birkaç zütverenin insanlara bir şeyler satabilmek ve para kazanmak maksadıyla uydurduğu sevgililer günü de dahil. sonra yok efendim, bir aziz varmış da, ismi valentine'mış da, çiftleri evlendiriyormuş falan da diye söylenegelmiş hikayeleri de sevmiyorum. zerre umrumda değil bu tarz şeyler. sen sevgililer günü kutlayacaksın ama restonrancı kazanacak, kuyumcu kazanacak, çiçekçi kazanacak, mango kazanacak, zara kazanacak. senin gibinin derdi onlara düşmedi ya mesela? hiçbiri giblemiyor seni ya da sevgilini, hatta mevzu bahis olan sevgiyi bile. herkesin derdi daha çok kazanabilmek.

ben de ne yapıyorum şimdi sevgililer günü için? önce terastan iki pare ok atışı yaptım aşağı rastgele. sonra baktım bizim kapıcı sadık aşağıda dolanıyor, okların yerini tarif ederek çıkarken getirmesini istedim. sonuçta yabana atılacak okum yok benim, bir nevi mermi onlar da. mangalı da yaktım amk, attım ızgaraya üç dilim sucuk, doldurdum mis gibi rakıyı. hava soğuk olduğu zaman rakı bence daha leziz oluyor çünkü içine buz koymak zorunda kalmıyorsun. bu da kıvdıbını dengeliyor, aklınızda bulunsun. neyse, bi de sigara yaktım, uzun marlboro. derin bir nefes çektim ve gibeyim dedim kucağında kalp taşıyan ne kadar oyuncak ayı varsa. sonra site asansörlerinde, blok koridorları gibi ortak kullanım alanlarında üç gündür durmadan kafamızı kapalı devre whitney houston yayınıyla giben yönetime sokayım dedim. dün aradım zaten, ne bu yaa dedim, tanır mıydınız rahmetliyi? sanki akrabaları ölmüş amk. rakıyı fondip yapıp bi duble daha doldurdum. sucuklar olmuştu. iki parça da kallavi lahana turşusu çıkardım terastaki şeffaf bidondan. günün anlam ve önemine gidecek en iyi şey lahana turşusuydu belki de, kimseler bilmiyordu

sitedeki gençler için küçük bir oda tahsis edilmişti hobi odası şeklinde, ben de destek olmuştum. geçen akşam uğradım ne yapıyorlar kontrol edeyim diye. baktım müzikli muhabbet, oohh. iki kişi gitar çalıyor, biri darbuka, diğeri ise şarkı söylüyor. emolar da orada, iki erkek bir kız, bunların şarkılarının bitmesini bekliyorlar ki sıra onlara gelsin. aferin gençler dedim, böyle olun canımı yiyin. grubunuzun adı ne diye sordum, sormaz olaydım amk; tarlabaşı quartet dedi. tarlabaşı'nı anladım, hani otantik olur, hergele işi olur fakat quartet ne yarraam? neyin özentisi bu? emolara döndüm, sizin grubunuzun ismi ne lan diye sordum. basri yıldırım trio dedi, allah belanızı versin basricim dedim. ben de grup kurucam şimdi, ismini okçu band koyucam (beend diye okunuyor). nasıl iştir bu anlamadım amk. emonun ensesine patlattım bi tane hışımla, çıktım yukarı. bi duble rakı doldurdum, biraz da tulum peyniri çıkardım dolaptan. sonra düşündüm. bizim ersen ve dadaşlarımız vardı, moğollarımız, beyaz kelebeklerimiz, istanbul gelişim orkestramız. şimdikilere bak amk; tarlabaşı quartet, basri yıldırım trio, okçu band. rakıyı fondipledim, bi duble daha doldurdum. televizyonu açtım, baktım cem adrian şarkısı bitti, can bonomo başladı. sırada da zeynep casalini vardı ve dolapdere big gang. anladım sonra, içinde türkçe'ye ait olmayan kavramlar geçmeli bu işi yapıyorsan demek ki. bi duble daha doldurdum ve dede efendi'ye kaldırdım. bitirdiler müziği be dedecim dedim, bitirdi bu muallakler

bugün dikkatimi çekti, aslında daha önce de çekmişti de yazmak şimdiye kısmetmiş. siteye gelirken yola bakıyorum, her taraf büfe dolmuş. etiler marmaris büfe, yok etiler mix büfe, etiler max büfe, ne bileyim etiler etiler büfe, anasını gibtiğimin yerinde her yer etiler büfe dolmuş. demek ki etiler'de millet parayı büfecilikten bulmuş. madem bu kadar rağbet var, ben de açıcam yakında etiler yannan büfe diye, okçu'nun meşhur sucuğu hesabı; kısa zamanda köşeyi dönerim diye düşünüyorum

istanbul'a şubat ayı içinde güzel kar yağdı. şu an için hava mevsim normallerinden biraz daha sıcak, kar mevzusunu kapattık gibi yani. buna bir yandan üzülürken, ki kar yağarken mangal yakıp sucuk ızgara yapmayı ve rakı içmeyi gerçekten çok seviyorum, diğer yandan da seviniyorum. sevinmemin nedeni ise kar fotoğrafçılarından kurtulmuş olmamız. ulan hadi kar yağdı, istanbul daha bohem bir hale büründü; eyvallah da be zütveren, git bari boğaz'ı çek, beyoğlu'nu, emirgan'ı fotoğrafla. sitenin içinde ne yarak var da boş havuzu, kamelyayı, d bloğu ya da güvenlik kulübesini çekiyorsun? bu nasıl kemirgen bir zihniyettir anlayamıyorum. onu da geçtim, yine aynı günlerde terasta sucuk kızartıyordum. tam ikinci dubleyi bitirdim, bi aşağı bakayım dedim. üçlü ergen kız grubu ellerinde fotoğraf makinası, tıpkı geçenlerde olduğu gibi hoplayıp zıplayıp fotoğraf çekiyorlar. bahsetmiştim zaten bundan. bu sefer, daha farklı olarak saç perçemleriyle kendilerine bıyık yapıyorlar ve boyunlarını felçli gibi bükerek değişik hareketlerle birbirlerini fotoğraflıyorlardı. bağırdım yukarıdan, kızım dedim, boşa uğraşmayın öyle. tükenmezi alıp iniyorum aşağı, bıyık çizicem üçünüze de. kaçtılar amk, topukladılar anında. o arada üçüncü dubleyi doldurdum, bi de sigara yaktım üzerine. kendi kendime gülümsedim, gerizekalılar yaa dedim. halbuki sabretseler biraz, mühendislik bölümlerinden birini kazansalar, zaten otomatikman çıkıcak bıyıkları. neyse, kar serpintisi vardı inceden. bi dilim sucuk attım ağzıma, içeri girdim sonra. üzerime battaniye aldım, rakı başucumdaydı, sigaranın dumanı ise bir ip gibi yükseliyordu tavana doğru. zeki demirkubuz'dan kader'i izlemek iyi bir fikirdi galiba

Sitede köpek gezdirenler var. ifrit oluyorum arkadaş. Hayvanları severim aslında, benim için hiçbir sıkıntı teşkil etmiyorlar fakat bunları ellerinde tasmalarıyla dolaştıran tiplere genelde uyuz oluyorum. Amk sanki Beverly Hills’ de köpek gezdiriyorlar, bi havalar falan. Her akşam aynı senfoni, birkaç tane köpek sahibi köpekleri sıçsın diye onlara ibrikçilik yapıyor ama sorsan köpek gezdiriyorlar işte. Neyse, geçenlerde bi arkadaşım geldi ziyarete. Yüzlük rakı vardı elindeki poşette, biraz da tulum peyniri almış. Diğer koluyla da sana yağ kutusunu kavramış. Rakıdan önce kutu dikkatimi çekti nedense. Hayırdır dedim amk, nedir bu böyle? Al okçu dedi, sana kartal getirdim. Kutuyu açtım, bi baktım kuş var içinde. Yok akbaba dedim amk. Kutuda enteresan bir kuş vardı ama kartal değildi, emindim bundan. Az buz belgesel izlemişliğimiz, vahşi dünyaya ilgimiz var tabi. Yırtıcı bir kuş türüydü, henüz yavruydu. Eleman başladı anlatmaya. Meğersem geçenlerde yazlıklarına gitmişler kontrol amaçlı. Bu hayvan da yazlıklarının balkonuna sığınmış. Görünce kıyamamış tabi, almış bakayım diye, dönüşte getirmiş istanbul’ a. Birkaç gün evde bakayım falan derken, bu muallaknin anneannesi de bunlarla kalıyor. Aman oğlum demiş gözlerimizi oyar bu musibet, al zütür bunu bi yere ver. Nene, zaten o yaşta oyulmamış yerin kalmamıştır ya, neyse. Bizimki de düşünmüş, okçu’ da teras var nasıl olsa, hem sever o hayvanları, bakar bi müddet. Tabi okçu WWF Türkiye şubesi nasıl olsa, o hesap.

Birer duble rakı doldurduk, kuşu inceledim o esnada. Sonra google’ da biraz araştırma yaptım. Meğersem kerkenezmiş bizim sığırın kartal dediği. Böyle atmacaya benzeyen, narin yapılı yırtıcı bir kuş türü. O akşam yüzlüğü devirdik ve düşündüm amk ne yapıcam ben bu kuşla diye. Terasta küçük bir yuva yaptım. içine pamuk falan tıkadım ısınsın muallak diye. Arada mangal yaptığımda et veriyordum, elimden yemeye alışmıştı. işin en güzel tarafı da, akşamları Beverly Hills ahalisi köpek gezdirirken, ben bunun ayağına ip bağlayıp, kolumu acıtmasın diye giydiğim kalın ve kapüşonlu sweatshirtümle kerkenezi gezdiriyordum sırtımda okla beraber. Alın size görgüsüz muallakler, hayvan dediğin böyle gezdirilir amk. Bu mevzu yaklaşık bir on gün kadar böyle devam etti. Sonra bir akşam eve geldim. Bi duble rakı doldurup terasa çıktım. bizimki ortalarda yoktu. Yuvasını kontrol ettim, orada da yok. Muhtemelen yeterince güçlenmiş ve ait olduğu yere doğru kanatlanmıştı. Bi sigara yaktım ve sonra dedim ki okçu, belki sen de buralara ait değilsin ama kanatların yok. Neyse, gibtir et. Dubleyi diktim kafaya, sonra bir tane daha doldurdum. Kuş uçup gitmişti ama okum duruyordu hala yerinde.

Bir arka blokta değişik bi lavuk oturuyor. Sabahları karşılaşıyoruz bazen, yan yan yürüyor böyle yengeç gibi, yürürken tuhaf tripler yaşıyor. rakı tayfasından olduğu belli diye düşünmüştüm, bu da bizden dedim kendi kendime. Rakıcı adamı yüz metre öteden tanırım, hiç yanılmadım. Arada sitenin kafesinde karşılaşıyoruz, selam reyiz tadında başını önüne indiriyor falan. Arkadaşın biri dedi ki, abi tipe bak, aynı daniel craig’e benziyor. Hoş, bond serileri Pierce Brosnan’dan sonra bitmiştir benim için; ulan dedim, daniel craig dediğin adamın Bayrampaşa Yıldırım Mahallesi’nde tekstil atölyesi işleten Arnavutlardan ne farkı var amk? Neyse, bi akşam kafede takılırken bizim daniel dedi ki, abi bana gelin bu akşam hep beraber, muhabbet ederiz falan. iyi dedim, 1 saat sonra sendeyiz. Sen git hazırlık yap. Neyse kalktı bu, evine gitti. Biz de arkadaşla tekele gidip 100’lük rakı aldık, çıktık bunun eve. Bi baktım her taraf çiçek dolu. Bir sürü bitki böyle, sanırsın onikinci katta amazon ormanı var amk. Asıl şok ikinci dalgada geldi ama; adam çay demlemiş. Ulan dedim, rakı aldık sen muhabbet edelim deyince içeriz hesabı, bu çay ne iş? Abi dedi, ben alkol kullanmıyorum, bu yaşıma kadar ağzıma sürmedim. E ben seni sabahları görüyorum, kafan bi milyonmuş gibi dolaşıyorsun. Bilmiyorum valla abi dedi, öyle mi dolaşıyorum? çaylarımızı içtik, rakıya hiç el sürmeden şişeyi alıp çıktık. Gel dedim arkadaşa, biz terasımızda içeriz babalar gibi rakımızı.
Çıktık terasa, doldurduk rakıları. Biraz lahana turşusu çıkardım, mangallık halim kalmamıştı. ilk dubleyi fondip yapıp yenisini doldurdum hemen. Sonra düşünmeye başladım nasıl tahminimde yanılırım diye ama sonradan aklıma bir şey geldi. Rakıcı diye tespit ettiğim ama rakı içmeyen sığırın evinde nerden baksan elli tane çiçek, bitki vesaire vardı. O muallakler gündüz fotosentez yapıp oksijen veriyorlardı değil mi? Peki gece ne yapıyorlardı? Oksijeni alıyor, yerine karbondioksit veriyordu hepsi. Amk elli tane çiçekle aynı evi paylaş, gece oksijen yerine karbondioksit solursun ve sabah maymun zütü gibi uyanırsın haliyle, okçu da seni akşamdan kalma zanneder tabi zütveren. Bu biraz rahatlatmıştı içimi. Ulan dedim sonra kendi kendime, rakı değil, meğersem çiçekmiş adamın beynini eriten. Vur okçu rakının dibine, bakma sen kimselere. afiyet olsun bakalım

sitedeki berberden bahsetmiştim. o muallaknin bir çırağı var ama tipi görüceksiniz, tam komançi. komançinin bir de arkadaşı var, sürekli dükkana girip çıkan bitirim tipli bir şey. bilirsiniz hani, genelde berber çıraklarının haybeci arkadaşları olur amk. mekana gelip günde on kere saçlarına jöle sürerler, içerideki bütün gazeteleri okurlar, gereksiz yere olur olmadık yerde muhabbete atlarlar falan. bi akşam enseyi aldırmaya gittim. berber yoktu; komançi çırağı ve çırağın haybeci arkadaşı vardı. dedim ustan nerde, enseyi aldırıcaktım. usta erken çıktı, ben hallederim abi dedi. olm dedim, halledebilecek misin lan, zarar verme kafama. yok abi dedi, sen hiç merak etme. neyse başladı çalışmaya. bu arada haybeci de bir mevzu anlatıyor çırağa. yok işte çalıştığı yerde patronla münakaşa etmişler. patron gibtir çekmiş buna. ulan demiş, bekle senin ananı gibecem. bizim sitede halil diye bir çocuk var. ağır başlı, efendi bir genç ama tek kusuru kendini polat alemdar sanması. böyle stajyer mafya havalarında yani. gelmiş haybeci, almış halil'i. gitmişler, basmışlar dükkanı. anlattığına göre taş taş üstünde kalmamış, her yeri dağıtmışlar. patronu fena benzetmişler. ama nasıl alatıyor ballandıra ballandıra bir görseniz; olayı yaşıyor yani resmen anlatırken. vurdum tekmeyi kapıya diyor, gömdüm patrona kafayı diyor. harabeye çevirdik mekanı, adamın iş yerini başına geçirdik halil'le diyor. hatta inanmazsan sorarsın ona diyor falan. benim ense traşı o meyanda bitti. borcumuz nedir kardeş dedim, beş lira abi dedi. lan muallak dedim, iki makina salladın, beş lira mı vericez amk. çıkardım cebimden bir buçuk lira, al dedim. bu bile fazla sana ama neyse. çıktım, eve doğru yürümeye başladım. o esnada bi baktım halil dediğim çocuk, babasının pardesüsünü giymiş, pardesü yere sürtüne sürtüne büfeye doğru yürüyor. halil diye bağırdım, buyur abi deyip koştu geldi yanıma. kardeş dedim, şu berbere takılan bi kereste var. turgay mı? evet galiba; onunla mekan basmışsınız, taş taş üstünde kalmamış, doğru mu dedim. o mu anlattı abi sana diye sordu, hayır dedim. berberin çırağına anlatıyordu, kulak misafiri oldum dedim. mekana gittiğimiz doğru olmasına doğru ama dedi, taş atıp kaçtık dedi. paçayı zor kurtardık, anamızı gibiyorlardı dedi. girmişler mekana, işte geldim lan, şimdi konuş bakalım demiş patronuna. adam kapmış sopayı ve üzerlerine yürümüş. bu tükürmüş adama. topuklamışlar anında, kaçarken de yerden taş alıp cama atmışlar ama camı bile kıramamışlar. koşarken düşmüş halil pardesüye takılıp. az daha yakalayıp bunu gibeceklermiş de ucuz kurtulmuş anlattığına göre. tamam kardeşim, iyi akşamlar sana dedim ve eve çıktım. hava güzeldi, terasta rakı içeyim bari dedim. bir duble doldurdum, yanına da bi salatalık kesip limonladım. ilk duble bitti. ikinci dubleden bir yudum aldım ve düşündüm. ulan dedim okçu, türkiye'nin köklü bir kurumundan oyunculuk bursu bile aldın ama gelgelelim şu bitirim haybeci kadar yeteneğin yok galiba dedim. bin kurusu öyle destekli sıkmıştı ki, halil'i görüp sormasam harbiden inanacaktım zütverene. adam önce kendi inanmıştı anlattığı yalan mevzuya, kafasında her şeyi tüm detayıyla kurmuştu ve öyle bir anlatıyordu ki, inanmamak mümkün değildi. sonra geçirdim içimden, ben seni illa görürüm buralarda yalancı muallak dedim. artık benim de yapacağım birkaç şey vardı çünkü

Fitness salonu, hamamı ve saunası olan bir sitede oturuyorum. Arada kullanmak icap ediyor tabi, çünkü sonuçta kullansam da kullanmasam da, ödediğim aidatın içine iteliyorlar bunların bedelini. Mesela yoğun içtiğimiz akşamların sabahı saunaya girmek cazip oluyor aslında; gerçekten kısa zamanda kendime gelebiliyorum. Bu yüzden faydalı diyebilirim. Geçenlerde birkaç gün spor salonuna takılayım dedim, gittiğime gideceğime pişman oldum. Yaz geliyor diye ipini koparan salona inmiş amk. Tabi millet yaz gelince havuz başında görsel şölen yaşatacak hani etrafına. Gerizekalılara bak yaa. Bütün sene boyunca manda gibi ye sen, it gibi iç; sonra da neymiş efendim vücut yapıcak, züt eriteceklermiş. Neyse, altıma şort giydim, üzerime de siyah v yaka bir t-shirt geçirip girdim salona. Baktım herkes rambo amk. Hatunlar desen elite model look’a hazırlanıyorlar sanki. Öyle bir meşakkatli çalışma var ki, ülkenin bütün kalorileri bizim sitede yakılıyor sanırsın. Neyse, başladım ben kardiyoya. Biraz koşayım dedim. hafif yürüyüşle saatte 5 km hızla yürüyüp sonradan yükselterek 12 km’ye kadar tempolu çıktım. Bu meyanda etrafımdaki malları dinliyorum. Yok işte biri diyor aminoasit alıcaksın, diğeri diyor l-carnitin var yağ yakıcı, ondan al iki aya tay gibi olursun. Bir tanesi tavuk ye, öbürü ayran iç diyor. Ulan bakıyorum sığırlara, züt bir yerde göbek bir yerde ama lafa gelince sanırsın herkes kırk yıllık badici. Bu arada koşuyu bitirmiştim. Biraz terlemişim tabi. Havluyla kurulanıp üzerimdeki t-shirtü çıkardım. Siyah atlet vardı onun altında. Bi baktım, millet bana bakıyor çaktırmadan. Spor salonunda o kaçamak bakışları mutlaka hissedersiniz amk. hafiften bench press yapmaya başladım o meyanda. üçüncü seti bitirdikten sonra yanıma biraz önce aminoasitten bahseden iki dangalak geldi. Okçu abi dediler, sen özel bir şey kullanıyor musun? Ne gibi dedim, abi sağlam şekil yapmışsın da o yüzden merak ettik, ilaç falan alıyor musun dediler. Yok olm dedim, ne ilacı amk. arada ok atıyorum işte. Onun haricinde akşamları rakı içiyorum. sucuk mangal, beyaz peynir, turşu falan. Diğer bir mal lafa atladı, evet abi dedi; beyaz peynirden olabilir. Bilmiyorum amk, belki olabilir dedim. sonra biraz da kol çalışıp önce duşa sonra da saunaya girdim. Baktım, saunada da sitenin orta yaş tayfasından birkaç gavat am züt muhabbeti yapıyor. Ulan o sıcağın altında hiç üşenmiyorlar, bir de gülüşüyorlar falan; insanın iflahı kesilir lan. Biri anlatıyor işte çıkarmadan iki gidiyorum, diğeri bi ona bi ona, bi ona bi ona diyor. En son aralarından biri kırk yaşındayım ama dalgayı kaldırdığımda üzerine havlu asabiliyorum dedi. Ayağa kalktım. dayı dedim, 31 yaşındayım ve o bahsettiğin havluyu ıslatıp asıyorum dalgaya, varsın ağırlığı sen düşün; ne yapıcaz şimdi dedim. ihih, öhöh gençlik işte falan dedi. Eyvallah dedim, çıktım saunadan. Soğuk bir duş aldım ve sonra eve ilerledim.

Hava gayet güzeldi ve vakit de henüz erkendi. Dolaptan bi bira aldım. Bir de sigara yaktım ardından. bira saunadan sonra müthiş iyi gelmişti. Neredeyse tek nefeste ilkini indirip ikinciyi açtım. içerken aklıma geldi. Ulan dedim okçu, bazı muallakler böyle bilip bilmedikleri ya da yapamadıkları şeyleri kulaktan dolma bilgilerle çok iyi yapıyormuş izlenimi vererek sıkmaya ne kadar da meraklı böyle. Gerçi bugün alayının havasını söndürdüm ama bitmiyor ki zütverenler, her gün yeni biri daha türüyor. Sonra gibtir et dedim, asabını bozmasın elin itleri. yaktım bir sigara daha. Güneş içimi ısıtmaya başlamıştı ve atletimi çıkardım. Terasta güneşlenmek ruhumu da biraz ısıtır belki diye sandalyeye oturup uzattım ayaklarımı. üçüncü bira sırada beni bekliyordu

Geçen cumartesi Eurovision şarkı yarışması varmış. Hiç takip etmem, gibimde değildir ama eve girerken bizim sitedeki bazı andavalların çardağın altında büyük bir coşkuyla bu yarışmayı izlemek için hazırlandıklarını görünce ulan dedim okçu, acaba sende mi bir tuhaflık var. Yok Azerbaycan türkiye’ye 10 puan vermiş, yok Ermenistan sıfır çekmiş, yok efendim bu sene Danimarka çok kuvvetli geliyormuş falan. Gerizekalılara bak yaa, işleri güçleri yok, babalarının malını paylaşamıyorlar sanki. hiçbir taka benzemeyen, sanatsal açıdan bir değer taşımayan şarkılar uğruna birbirlerini gibecekler neredeyse.

Neyse boşver okçu dedim, bozma sinirini şimdi akşam akşam. Terasa çıktım, hava gayet güzeldi. Bi duble rakı doldurdum. sonra ince ince salatalık doğrayıp bardağın içine soktum ve içine de limon sıkıp azıcık sirke ilave ettim. Baktım aşağıdan gürültüler geliyor; Türkiye Türkiye, bonomo höbödö falan diye bağırıyorlar, açtım zeki müren’i, verdim yayını aşağı doğru son ses alkışlarla yaşıyorum hesabı. Keyiflerini kaçırdım muallaklerin, Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmam lan dedim. ilk duble bitti, ikinciyi doldurdum. O akşam biraz yavaş gideyim dedim. Paşamızın şarkılarını sindire sindire dinletmek istedim cibiliyetsiz zütverenlere. Ulan bakıyorsun, site aidatını doğru düzgün ödeyemeyen sığırlar, Eurovision izlerken 37 ülkeye ihracat yapan bir anonim şirketinin muharras azaları gibi çok bilmiş triplerine giriyorlar. Üçüncü dubleyi doldururken sesi daha da açtım. tüm site zeki müren’le inliyordu. Ah be paşam dedim sonra içimden, öyleydin böyleydin ama şarkı söylerken zütün başın ayrı oynamazdı asla eurovisiondakiler gibi. Sonuçlara hiç bakmadım, kaçıncı oldular onu da bilmiyorum ama bildiğim tek şey rahmetli zeki müren’e trilyon da verseler Eurovision gibi taktan bir organizasyona katılmayacağıydı

Geçen ay alt kata yeni bir lavuk taşındı. Saçları uzun, at kuyruğu şeklinde bağlıyor, john lennon’ın yuvarlak gözlüklerinden takıyor ve sürekli yandan asmalı bir çantayla dolaşıyor. Sitedeki kafede muhabbet ederlerken duydum, meğer sembolist akımı destekleyen bir şairmiş. ismi de Berkay küçükşenkal. Ahaha isme bak amk; bu isimle nalbur olamazsın mesela ya da kartonpiyerci. Uymuş yani. Hareketlerine falan uyuz oldum bunun, çok bilmiş entel dantel ayaklarında. Konuşurken tuhaf tuhaf kelimeler kullanıyor, insanların kafasını karıştırıyor zütveren. Isınamadım açıkçası. Google’da aratsan çıkmıyor yani ama havasından geçilmiyor. Neyse, bir gün bizim evde ufak tefek bir tadilat işi vardı, kırmalı dökmeli. Haliyle gürültü de çıkıyor tabi, napıcan amk. Ben işi yapan ustaya lahmacun söyledim o arada, kendime de bi duble rakı doldurdum. Beş dakika kadar sonra zil çaldı. Bi baktım, lahmacuncuyu beklerken karşımda Berkay küçükşenkal amk. Hayırdır dedim? üstadım dedi, çok gürültü geliyor, uyuyamıyorum. Saat kaç dedim, 15:30 dedi. Ulan dedim, gece uyumuyor musun sen, bu saatte ne uykusu bu? Cihangir mi amk burası? Yok efendim, gürültü yapmaya hakkınız yok, yok efendim toplu yaşanan yerlerde insanların birbirine saygısı olması gerekiyor dedi. Bu bağlamda kendisini anlayışla karşılamamız gerekiyormuş. Bak güzel kardeşim dedim, gibicem seni de, şiirini de, semboliğini de şimdi, işimiz gücümüz var bas git amk dedim. siz gürültüyü kesene kadar gitmiyorum, gerekirse şikayet edeceğim dedi. Bizi dinleyen usta o arada hışımla mala fırlattı buna içerden, sıyırdı geçti. çıkar la o gozlühleri, geliom amuğa goduum dedi. Anında topukladı Berkay küçükşenkal, roket gibi yangın çıkışından aşağı indi. Gitmiş, site yönetimine şikayet etmiş. Ben polis çağırır diye umuyordum ama. Yönetimden geldiler 15 dakika kadar sonra. Hayırdır dedim; gürültü oluyormuş. Saat kaç dedim, 16:00 dediler. Bugün günlerden ne dedim, Perşembe dediler. Tadilat yapmak için herhangi bir sıkıntı var mı dedim. prosedüre uygun, herhangi bir sıkıntı yok dediler. O halde niye geldiniz buraya? birbirlerine baktılar, Berkay küçükşenkal da arkalarındaydı. Yok işte Berkay bey’e mala fırlatmışsınız, sitede bu tarz şiddet yanlısı hareketlere karşıyız dediler. Gittim içerden kaptım oku, bunlara doğru böyle çektim yayı, yakın mesafeden nişan aldım. Berkay küçükşenkal kaçtı yine yangın merdivenlerine doğru. Yönetimin adamı sakin olun beyefendi lütfen, korkutmayın bizi böyle dedi ve asansörü çağırdı. Berkay küçükşenkal da aşağıdan dinliyor ama, farkındayım. gibicem o şairi dedim, inadına sabah akşam kasap havası çalmayan okçuyu da gibsinler bundan sonra. Adamlar bastı gitti. O sırada lahmacuncu gelmişti. Ustaya verdim lahmacunlarını ve kendime de bir duble rakı doldurdum. Dolapta yoğurt vardı. içine biraz salatalık doğrayıp, üzerine de nane serpip cacık yaptım ve terasa çıktım. Bastım kasap havasını son ses, ustaya da daha gürültülü çalışmasını tembihledim. Ulan dedim okçu, iyi yaptın. gereksiz bir şairden posta mı yiyecektin bir de. En iyisi cacık ye dedim ve kaşıkladım. sonra aklıma geldi:

“Cacık yedim, suluydu, kaydı düştü halıya
Domalsın da gömelim şu ibine berkay’a”

diye bir de beyit yazdım arada. Şiirim gelmişti. Rakı da iyi gidiyordu. Güzel bir gece olucaktı, hissediyordum

birkaç gün önce eve çıkmadan kafeye bakayım dedim kimler var, kimler yok. içeri girdim, ne göreyim ekranda, yamyamın biri uzun hava söylüyor dayadım sırtımı merdivaanaa merdiveaaaanaaaaaa diye. bizim sığırlar da onu izliyorlar böyle hayranlıkla. ulan dedim bu ne amk? biri atladı, dürkçe olümpüyatları dedi. amcık dedim, elin yamydıbına bile uzun hava okutuyorlar, sen doğru düzgün konuşamıyorsun. emolardan basri de oradaydı. okhcu abhie demeye kalmadan, sakın dedim basri, sakın; ağzını kırarım. hoş, yamyam türkü çığırınca ne gibime merhem olucak onu da bilmiyorum. gerçi king crimson'dan epitaph'ı söylese eyvallah derdim ama, neyse şimdi gibtir et

Havaların ısınmasıyla birlikte sitede bir şenliktir gidiyor. Gündüz havuz, akşam çardak falan derken yaz kendini iyice hissettirmeye başladı. Bi akşam eve giderken birkaç tane bira aldım. Yazın iyi gidiyor namussuz. Özellikle rakıdan sonra da bira içme adetim vardır cila niyetine. Neyse, baktım çardağın altında birkaç tane diplomat tipli zütveren oturmuş muhabbet ediyorlar. Biri anlatıyor işte, azizim ben daha önce moda’da oturuyordum. Oranın ortamı, oranın insanı bir başka oluyor. Mesela bizim apartmanda klagib müzik sesleri yükselirdi sürekli. Böyle insanlar kaldı mı hiç? Bakın, bir tane bulamazsınız derken bana doğru yönelip, mesela sen genç adam, hayatında hiç klagib müzik dinledin mi diye sordu? Gözlerinin içine baktım ve bayım dedim, bach’tan tut, mozart’a, beethoven’dan tut, chopin’e kadar yeryüzünde büyük bestekarlar tarafından yapılmış hemen her eseri bilirim ve hatta duyduğum bir eserin hangi bestekara ait olduğunu bile söyleyebilirim dedim. Adamın suratı hani kemal sunal filmlerinde, özellikle korkusuz korkak gibi natuk baytan’ın yönettiklerinde oynayan figüranların korkma ya da şaşırma durumlarına verdikleri ani ve aşırı tepki halleri gibi ağzı açık gözleri pörtlek bir hal aldı. Dedim ki bayım, 15 milyonluk istanbul’da maalesef bana denk geldiniz, çok üzgünüm. Millet gülmeye başladı, adam kıpkırmızı oldu. Nefes alıp verme şekli değişti. Kestim muallaknin nefesini amk. Neyse, onları çardak altında bırakıp bizim bloğa doğru ilerlerken bi baktım, emo basri ve arkadaşları kapının orada dolanıyorlar, hepsinde de gözlük var. Hani bu ray-ban’ın moda olan kemik wayfarerları var ya, onun şeffaf camlısından takmışlar. Belli ki sahibinden.com’dan falan toplu sipariş vermişler. Basri dedim, Allah belanızı versin, bilimadamı mı oldunuz lan emoluğu bırakıp. Ulan laleler, sanırsın national geographic’in yağmur ormanlarına gönderdiği biyolog ekip, orangutanların sosyal hayatlarından nasıl davrandıklarını kayıt ediyor., tipleri görüceksin. gibtirin gidin amk evinize mi, nükleer reaktöre mi, artık nereye gidiyorsanız dedim, çıktım yukarı.

Güzel bir akşamdı. Biraları dolaba dizdim ve bir duble rakı doldurdum. Biraz keçi peyniri kestim, biraz da sucuk. Sonra düşünmeye başladım. gibtiğimin yerinde monşer kılıklı bir dalyarak farklı sınıfa ait olduğunu gösterircesine klagib müzikten bahsediyordu. Amacı etrafına farklı olduğunu göstermekti ama farklı değildi. emolar kemik gözlük takarak modaya uyuyordu. Amaçları etrafındakilerden farklı olma isteğiydi, oysa ki farklı değildiler. Kendilerine yakışıp yakışmadığı umurlarında değildi, hoş dalgıç gözlüğü gibi duruyordu zaten amk. Hayır yani, bir şey değil, dandik camdan korneaları yanacak, sonra anaları babaları uğraşacaktı sefil binlerle. Boşver okçu dedim sonra, bırak dünyanın derdini. Vurdum rakının dibine, açtım son ses chopin’den nocturne in c sharp minor’ü. Notalar yıldızlara doğru uzanmaya başlamıştı. Hava sıcaktı ama ben üşüyordum

Bizim blokta iki tane üniversite öğrencisi kalıyor. Arada görüyorum, selam veriyorlar falan. Bir gün kafede otururken yan masada konuşmalarına şahit oldum. Meğersem bu mallar veterinerlik fakültesinde okuyorlarmış. Final zamanı, ellerinde kitaplar, sınav hakkında konuşuyorlar. Ya olm ne yapıcaz, taku yedik, böyle ders mi olur diye. Tutamadım kendimi, dedim ki lan gib kırıkları altı üstü sincaba çalışıp sınava giriyorsunuz, memleket meselesi yaptınız bunu amk. Hayır yani sanırsın atom fiziği okuyorlar, ne bileyim uluslararası siyaset okuyorlar, tafralarına bak binlerin. Mezun olup fino zütü traş edicen işte, o kadar. Bunlardan birini geçen haftasonu havuz kenarında gördüm, şezlongta güneşlenip bira çakozluyordum. Baktım, palet, şnorkel, gözlük takmış; havuza atladı. Dedim sen ne ayaksın lan, zıpkın da vereyim mi? Olmazsa oku getireyim evden amk. Beyne bak arkadaş, havuza giriyor ama sanırsın kaptan Cousteau zütveren. Sonra ne var mesela, ulan bir insanın komşusu defineci olur mu yaa? Defineci adam var amk bizim sitede, define avcısı muallak. Hani böyle kahvede otururlar ya, ellerinde harita, hep böyle geyik çevirirler yok şurada bu var, şurada şu gömülü diye. Çulsuz lavuk ömrünü bu işe harcamış; kısık sesli bir de, altılı ganyan bayiinde bütün gün ellerinde yarış 81 bülteni, ağızlarında Maltepe sigarası olan bıyıkları sararmış dayılar gibi konuşuyor. Son ayakta kim gelir diye soruyorum zaten arada.

Böyle tipler olmasa hayatın hiçbir anlamı kalmazdı, eminim bundan. Bunlarla vakit geçirip oyalanıyoruz ve o geçen kısma da ömür diyoruz zaten. Geçen terastaydım. Bi duble rakı doldurdum. Sonra aklıma geldi, oku aldım ve taratsa bulunduğum yerden yukarı doğru fırlattım. Kız arkadaşlardan biri geldi, ne yapıyosun dedi. Deney yapıyorum amk dedim. Okun kendi kendine ne kadar yükseldiğini ve nerede tam olarak durup düşüşe geçmeye başladığını analiz ediyorum dedim. Ciddiye aldı ve sorular sormaya başladı, düşüş hızı ne kadardır sence falan diye. Lan bi gibtir git çay koy kendine, çıldırtma beni şimdi dedim. Bi duble daha rakı doldurdum. Rakının üzerimdeki sakinleştirici etkisi yadsınamazdı. Sonra pink floyd’tan echoes’u açtım son ses. Güzel bir gece olacaktı, tüm kalbimle inanıyordum

Ulan geçen gün dikkatimi çekti, sabahları sitede herkes yürüyüşe, koşuya falan çıkmış. Giymişler eşofmanları, kulaklarında kulaklık, hepsi aynı model. Amk sanırsın los angeles sahilinde yaşıyoruz. Sefil muallakler, dolaplarına baksan yiyecek yemekleri yok doğru düzgün ama yürüyüş yaparak, koşarak sağlıklarına dikkat ediyorlar sanki başka dertleri yokmuş gibi. Hani her şeyi aşmışlar, bilim ve sanatta muhasır medeniyetler seviyesine yükselmişler, ekonomide dünya deviyiz ve spor yaparak sağlıklarına da dikkat ediyorlar obeziteye karşı. Elektrik faturasını yatıramıyor adam amk, site aidatını veremiyor ama sabahları yürüyor sanki kahvaltıda pastırmalı yumurta yemiş, jambon yemiş de kalori yakmaya çalışan bir sanayici izlenimi veriyor etrafına. Böyle otomatik mekanizmalı ok yapıp bir sabah vakti taramak istiyorum hepsini terasımdan, potemkin zırhlısı’ndaki odessa merdivenleri sahnesi gibi. nasıl Yusuf Yusuf olucaklarını merak ediyorum ondan sonra. Ortalıkta adam kalmaz amk.

Yusuf dedim de aklıma geldi. Geçen akşam tekele gittiğimde bi baktım leblebi tozu var rafta. Çocukluğumuzda takılırdık öyle, şimdiki nutellacı binler gibi değildik. Leblebi tozuyla büyüdük biz. Ver bakayım dedim üç paket. Tam eve giricem, baktım emolar blok kapısının önünde oturuyorlar, maymunlar gibi birbirlerini ayıklıyorlar falan. Beni görünce ayağa kalktılar. Dizilin lan muallakler dedim yan yana ve hepsine leblebi tozu yedirdim. Yusuf demelerini söyledim sonra. Diyemiyorlar tabi mallar, yotöf, yobof falan diye sesler çıkıyor. Eğlendim baya. Sonra bi bira açıp üçüne birden pay ettim ki osururlarsa ortalık tozumasın amk. Eve çıktım ve bir duble rakı doldurdum. En sevdiğim çizgi film olan Tom ve jerry’yi açtım. Suratları bir anda ütü şeklini alsa da, ya da üzerlerine 250 kiloluk bir piyano düşse de saniyesinde eski hallerine dönebiliyorlardı. Hayat onlara güzeldi.

Ramazandan biraz önceydi. Evde oturmuş bira içiyordum. Öğleden sonra sularıydı. Ulan şöyle birkaç saat kafa dinleyeyim dedim ama olmuyor, alt kattan mezdeke sesleri geliyordu. Terasa çıktım, alt kata doğru bağırdım Nermin teyze ne oluyor amk diye? Kafayı yukarı doğru çevirdi, dedim dönme fazla düşüceksin. Okçu dedi, gel evladım, sana bir tabak bir şeyler vereyim. iyi dedim lan, o an yemek yapmaya da üşenmiştim. indim alt kata, kapı açıldı. Bi baktım, içeride karılar oynuyor altın günü hesabı. Nermin teyze de bir tabak kısır koymuş, bana uzatıyor. Dedim ki teyze valla yıllardır içerim ama şu kısır kafası gibisi yok sanırım. Baksana, yiyen oynuyor amk, artık nasıl bir şeyse. Teşekkür edip çıktım yukarı.

Yarım saat geçmeden kısırı yedim, midemi şişirdi. Şişik bir mideyle içmek keyifli olmuyor. En iyisi havuza ineyim dedim. Hafta içi olduğu için boş yer bulmak daha kolaydı. Hayır yani, bazı zütverenler cumartesi akşamından havlu koyuyorlar havuza Pazar günü yer kapabilmek için. Sanırsın tatil köyüne gelmişler, bir açık büfeleri ekgib. Zaten cumartesi gecesi şezlonglarda gördüğüm havluların hepsini havuza atıyorum. zütü yiyen bir şey desin amk. Neyse, anlatacağım mevzu bu değildi. Ben güneşlenirken yan şezlonga iki tane hatun geldi. Daha önceden görmüştüm bunları, öğrenci olduklarını biliyordum. beraber kalıyorlardı. Fena sayılmazlardı gerçi ama çok frapan giyinmişlerdi. Böyle koca koca güneş gözlükleri, rengarenk pareolar, saat başı gidip bikini değiştirmeler falan. Havuza atlayıp çıktım, kurulanırken bir baktım bana bakıyorlar. Hayırdır dedim amk, ne oluyor? Meğersem rüzgardan ötürü su damlıyormuş üzerimden bunlara. Dikkat eder misin biraz dediler aynı anda, sılanıyoruz. Dedim siz nerelisiniz? Nevşehirliyiz dedi biri, sanki newyorklularmışçasına. Ulan dedim, memleketinizde baraja girersiniz, sulama kanalına girersiniz, buraya gelip ikoncan mı oldunuz iki günde gerizekalılar? Tam da kurulanmışken alın amk diyip bombalama atladım suya, gibtim analarını, sırılsıklam oldular. Hemen toplanıp söylene söylene evlerine gittiler. Sonra ben de tekrar kurulanıp çıktım evime. Çıktım terasıma. Doldurdum bir duble rakı. iki tane de buz attım içine. Yavaş yavaş akşam oluyordu ve akşam serininin yerini hiçbir şey tutamazdı, biliyordum.

iki gün önce evde iftar yemeği verdim. Aradığım kişilere bunun bir Pazar sürprizi iftarı olmadığını ve oruç tutmuyorlarsa gelmemelerini söyledim. Nedir öyle amk, sanatçılar iftar veriyorlar, ortalık çin kerhanesi gibi oluyor. Sanatçı dediğime bakmayın işte, adları sanatçı sadece. Ulan bakıyorsun, bir tanesi bile oruç tutmuyor muallaklerin ama sofrada öyle çok acıktım tripleri falan havada uçuşuyor. Sonra başına fesi geçiren türlü türlü maymunluklar yapıyor, alıyor darbukayı eline, ağzını bi karış açıp kameralara karşı anırıyor. Hayır yani oruç tutmak zorunda değilsin, hiç kimse değil ama en azından tutuyorum ayağına yatma züt. Bakıyorsun, bir de hurma ile açıyor tutmadığı orucunu, sanırsın hicret’e katılmış zamanında. Neyse, sofrayı hazırladım ufaktan. insanlar gelmeye başladılar. Benim de kendi çapımda sanatçı dostlarım var tabi. Kapıda durdum ve her gelene oruçlu musun diye sordum. Bir tanesine güvenmedim ve fatiha’yı oku lan dedim. Okudu. Sonra maun suresi’ni sordum, daaaat, sıçtı tabi ama o zaten zor bir sure olduğu için idare ettim zütvereni.

Vakit geldi, insanlar oruçlarını açtılar. Güzel ve keyifli bir yemek oldu. Ramazan eğlencesi yapmadık öyle sazlı sözlü, yemeğini yiyen gibtir oldu gitti. O akşam içmemiştim. Zaten bütün gün bir şey yiyip içmiyorsun ve o yemekten sonraki sigara bir büyük rakı etkisi yaratıyordu. Ama sonra düşündüm, yarın nasıl olsa oruç tutmayacağım diye. Doldurdum bir duble rakı, o gün yeterince sevap işlemiştim ve durumu dengelemem lazımdı. iyi biri değildim; hem de hiç

Curcunayı pek sevmiyorum, özellikle yaz ayları hiç sevmiyorum. Sitenin havuzu menekşe halk plajı gibi oluyor amk. Herkes akrabasını getirmiş, havuzlu sitede oturuyoruz gelin falan diye topluyorlar milleti. Geçen gün hayvanın biri Amerika’ da okuyan ve yazları tatile gelen kuzenini getirmiş, kurdular tezgahlarını. Ben de serinlemek için inmiştim, vakit öğle vakti. Zaten içim yanmış, kafam dünden eğri büğrü. Baktım bir de gitar çıkardı sığırlar. Emolara kızıyordum ama bunlar daha beter çıktılar amk. Amerikalı’ nın sesi aynı Nejat Yavaşoğulları ama. Bi şarkı söyledi, iki ördek indirdi havuza gökyüzünden. Neyse, bunlar makara yapıcaklar ya, lavuk Amerika’ dan köpekbalığı yüzgeci getirmiş, şaka maksatlı. Hani böyle kemerle bele bağlananlardan, Strapon gibi. Jaws hesabı takılıyor havuzda.

Komşulardan birinin Alzheimer hastası annesi var. Adam dolaştırıyor arada annesini, hava alsın, biraz değişiklik olsun diye. Kadıncağız bağırmaya başladı havuzda yüzgeçle yüzen bu bini görünce köpekbalığı vaaarr diye. Kalktım ayağa, dedim yettiimm teyze, uçarak çift daldım muallakye havuza atlayıp. Bi baktım elaman ters döndü kefal gibi. Millet toplandı tabi. Teyze alkışladı ama bayaa. Sonra çıktım eve. Ton balığı vardı, yemedim. iki dilim çiğ sucuk attım ağzıma. Bi duble rakı doldurdum ve dedim kendi kendime, günler tepelerden yuvarlananan kayalar gibi okçu; sana hangisi denk gelecek acaba? Nerede ve ne zaman; kimbilir

bu sıralar biraz uzak kaldık, kusura bakmayın beyler. malum yaz ayları, hareket fazla oluyor. olunca da haliyle o taraflara kanalize olma durumunda kalıyoruz. artık havalar serinlemeye başladı. serinlemesine serinliyor ama bizim sitenin kedileri gibişmeye devam ediyor hala amk. geçen komşunun arabasının motor kısmına yavru kedi girmiş. nasıl bağırıyor ama bin kurusu ciyak ciyak böyle. baktım, millet toplanmış aşağıda, merak ettim indim. hayırdır falan derken, anlattılar durumu; kedi var arabanın motorunda, ne yapıcam diye sordu adam. kedi uzmanıyım ya ben amk, çalıştır motoru, eksozdan fırlasın bin dedim, bakıyorlar mal mal. ulan dedim, açın şu kaputu, verin bana bir fırça sapı. biraz uğraştım ama sonunda çıkardım kediyi. bir de böyle tıslıyor bana eşşoolu. çektim kulağını, yere bıraktım. bu sefer diğer arabanın altına kaçtı. giberim ananızı dedim, çıktım yukarı.

bir duble rakı doldurdum. ilk dubleyi genelde hızlı atıyorum. ikinciyi doldururken düşündüm, ben bu sitede olmasam bir kediyi bile arabanın motorundan çıkaramaycaklardı sığırlar ama hala içten içe bana uyuz olan birkaç zütverenin varlığını hissedebiliyordum. bu beni rahatsız etmiyordu oysa. aksine bunların varlığını hissettikçe mutlu oluyordum çünkü meşgul olmam gereken bir şeyler lazımdı sürekli bana ve tam aradığım yerdeydim...  

Değişik değişik tipler var sitede. Bir tane hacı abi var mesela, yaklaşık 50 yaşlarında; iyi bir insan olduğunu düşünüyorum ama. Espri anlayışı olan bir hacı en azından. Arada kızdırıyorum bunu. Mesela geçenlerde takıldım inceden, en büyük isa, en büyük isa diye bağırıyorum arkasından. Ulan hiç beklemezdim, adam bana döndü, muhafazid şak şak şak, muhafazid şak şak şak diye taraftar gibi alkış tuttu. 50 yaşında sakallı bir adamdan bu tezahüratı görmek ve işitmek enteresan tabi. işte öyle bir yerde yaşıyorum amk, normal insan yok

Spor salonunda hatunun biri telefon numaramı istemişti. Verdim ben de haliyle. Bi öğleden sonra saat 15:00 suları, açmışım Osman Cavcı reyizden zampara seyfettin’i, ki godfather I ve II’den sonra en değerli filmlerden biridir benim için, doldurmuşum rakımı, sezonun son kavununu da kesmişim inceden. Telefon çaldı. Hatun diyor ki, merhaba ben yeliz. Spor salonunda tanışmıştık. Evet, hatırladım dedim. Naber nasılsın faslından sonra, ben hatunu çağırmadan o beni çağırdı evine. Şu blokta, şu dairedeyim dedi. Rakım bitmemişti, bardağı alıp indim aşağı. Gittim bunun bloğa. Çaldım zili, girdim içeri. Hatun cidden güzeldi. O da bir şeyler hazırlamış. Neden kendi bardağını getirdin diye sordu. Tabi dedim amk, senin içkinden içeyim, bırakayım sonra böbreği. Gülümsedi ve bardağımı alıp fondip yaptı. Kendi eliyle vodka doldurdu. Başladık içmeye. Sonra olaya girdik tabi. O anda Zırrr, zil çaldı. Şimdi bi hatunla birlikte olsan ve kapı çalsa kim gelir mesela? Hatunun kocası ya da sevgilisi gelebilir, babası ya da abisi gelebilir, ev arkadaşı veyahut pizza servisi gelebilir. Amk karı gitti kapıyı açtı, gele gele haciz gelmiş eve. Bi icra memuru, bi avukat, bir de polis. Filmlerde denk gelmez böylesi. Toplandım bir anda. Valla dedim bende iki top bir tüfek var, koyun hacizi. Adamlar güldüler amk. Hatun da güldü. Öyle kaotik bir çerçeve içinde millet haczi unuttu. Bir tutanak yazdılar, hatuna imzalatıp gittiler. Bende zaten konsantrasyon falan kalmadı. Gidiyorum ben dedim ve çıktım.

Benim eve geçtim. Yarım rakı vardı dolapta. Doldurdum bir duble ve terasa çıktım. Akşam olmak üzereydi. Sağlam bir yudum aldım ve dedim kendi kendime, ulan kırk yıllık okçu’yu da kimvurduya getireceklerdi amk, ucuz yırttın. Zaten beni bulsa bulsa ya ayyaş bulurdu ya da meyyeş. Bu arada meyyeş ne lan? Neyse

Bir buçuk yıl oluyor neredeyse buraya taşınalı. Çok ilginç tipler gördüm gerçekten ama en ilginç olanları ise geçenlerde tanıştığım ve muhabbetlerinden çok keyif aldığım üç ev arkadaşı. Adamların üçü de 40’lı yaşlarında ve toplumun tutunamayanlar diye tabir ettiği fakat benim gayet iyi tutunduklarına ve yaşadıklarına şahit olduğum tipler. Ulan öğrenci olsa falan tamam, ev arkadaşlığı yapılır da 40’lı yaşlarda üç adamın ev arkadaşlığı yapması için ya homo olmaları ya da tuhaf bir hikaye taşımaları gerekir. Şimdi bunlardan biri Unkapanı köprüsü’nde olta bağlıyor, misina, iğne falan satıyor. Mesleğe bak amk. Dur daha. ikincisi hafta içi sirkeci treninde, haftasonu ise adalar vapurunda çakı-çakmak, ayna-tarak, ıvır zıvır şeyler satıyor bir milyona. Üçüncüsü ise bakırköy’de tavşana güvercine niyet çektiriyor. Hayatınızda görebileceğiniz en ilginç meslekleri icra ediyorlar bu adamlar ve bir müddettir akşamları beraber rakı içiyoruz. Ulan bir kere bile ısmarlatmadılar bana, hep kendileri açtılar rakıyı. Ben de ayıp olmasın diye sucuk, peynir, kavun falan getiriyorum meze olsun hesabı. Öyle ilginç hikayeler var ki, hayatı gerçekten yaşadığınızı hissediyorsunuz.

Geçenlerde italya’da yaşayan, hatta bir vakit ünlü bir italyan aktrisle çalışma fırsatını bulmuş yönetmen bir dostuma mesaj attım ve buralarda öyle antin kuntin işler yapılıyor ki, al sana hikaye, gel de öttür be usta dedim. Hayatı uzaklarda aramamak lazım. Ağa barzo dizilerinde, sözlüklerden devşirilmiş popülist ve komikçi yapımlarda ya da gibimsonik gençlik dizilerinde. Hayat bu adamların, bir oltacının, bir niyetçinin ya da bir çığırtkanın yaşadığı kadar gerçek; kimilerinin hiç anlayamayacağı kadar da uzakta bazen

Geçen akşam bi arkadaşa uğramıştım, oradan eve geçtim. Hava gerçekten güzeldi ve o akşamı değerlendireyim diye birkaç tane bira alıp süs havuzunun başına geçtim. Açtım birayı, ağır ağır vurmaya başladım. Baktım bizim emo basri geliyor. Pantolon zütünden düşecek gibi itin. insan görünce tekme atmak istiyor böyle. Neyse, abhi naper dedi. iyiyim basri, sen ne yapıyorsun dedim. Falla dedi, inqilisce qursuna başladım, baya yohunum. Hımm dedim, arkadaştan aldığım the madness of king George adlı dvd filmnin kabını gösterip ne yazıyor lan burada diye sordum. Basri dvdyi inceleyip the madness of king gregory (kral gregory’nin çılgınlığı) diye cevap verdi. Dvd kabıyla kafasına vurup gregory ne amk dedim, gregory ne? Orada George yazıyor yarağım! Hayır yani, gregory nereden aklına geldi, bu nasıl bir uydurmadır benim aklım ermedi. gibtir git dedim basri, kaybol gözümün önünden.

iki tane küçük çocuk geldi sonra. Kendi aralarında konuşuyorlardı. işte keşke bu süs havuzunda balıklar olsa yine diye. Geçen sene yönetim almıştı bir ara ama neden bilmiyorum, öldü hepsi. O akşam fazla takılmayıp eve çıktım ve ertesi gün akvaryumcuya gidip 15 tane balık aldım. Japon balığına benziyordu balıklar ama süs havuzu ortamı için dayanıklı olabileceklerini söyledi akvaryumcu. Fatura da kestirdim amk. Minik Dostlar akvaryum, 15 balık, 60 TL, KDV dahil. Önce balıkları havuza indirdim poşetteki tüm suyla birlikte. Sonra faturayı yönetime zütürdüm. Orada sekreterya işlerine bakan bir dangalak var. Bu nedir diye sordu? Bi kilo istavrit ve iki parça lüfer aldım dedim. Pardon dedi? Akvaryumcuya gittim ve süs havuzuna balık aldım, onun faturası dedim. Bunu iletin yönetime, sonra aidatımdan düşersiniz. Sormam lazım dedi. iyi dedim, sor. Nasıl olsa ekgib vericem aidatı, keyfiniz bilir.

Dönüşte o çocuklardan birini gördüm. Bak dedim, süs havuzunda ne var. Geldi baktı. Vaaayy dedi, abi cennet gibi olmuş burası yaa, şu balıklara bak. koştu hemen arkadaşına haber vermek için. Herkesin cennet kavramı farklıydı tabi. Hatırlıyorum da, yıllar önce bir akşam oturmuşuz arkadaşlarla, kafayı sağlam çekmişiz. Gözlerimi açtığımda sırtüstü yatıyordum ve başımda beyaz elbiseli biri kuran okuyordu. Ulan dedim öldüm amk galiba. Oysa cennete falan benzemiyordu ortalık. Meğersem başımda hemşire oturuyormuş; arkadaşlar bir şey olur diye korkup beni hastaneye kaldırmışlar ve müşahade altına alındığım için hemşire de uyumamak adına başucumda kitap okuyormuş amk. Uyudum tekrar; uyandığımda evdeydim bu sefer. Belki cennet diye bir yer vardı ama herkes cenneti kendine göre tasvir ediyordu. Benimkiyse biraz farklıydı galiba

geçen akşam içiyorum evde, kapı çaldı. baktım kapıda bi joker var, bir de hayalet. bu ne lan dedim amk? ya şeker ya da şaka dediler. giberim sizin şekerinizi de şakanızı da, girin bi içeri dedim. joker'i tanıdım az biraz. suratına beyaz pudra sürmüş, gözleri siyaha, dudaklarını da kırmızıya boyamış emolardan biri. günlük halin bu dedim zaten amk. diğer hayalet kim merak etmedim hiç. bi kaldırdım çarşafı, altında emo basri var. ulan dedim basri, allah senin belanı versin. arkadaşın yine uğraşmış, makyaj yapmış falan. sen üzerine anneannenin çarşafını atıp kostüm yapmışsın estetikten yoksun bin. cadılar bayramıymış meğersem amk dün gece. muallakler kandil olsa gelmezler bir kutu kandil simidi alıp el öpmeye ama cadılar bayramı olunca dayanıyorlar kapıya. şeker yok dedim muallakler. oturun şurada 15 dakika. hatunlardan birine un helvası kavurtturdum. çocuklar sıkıldı o arada, birer tane bira açtım bunlara. için dedim amk, kendinize gelin biraz. sonra zorla un helvası yedirdim binlere şeker yerine.

rakı bitmek üzereydi. birkaç tane daha bira vardı. birini açtım, dikledim ve düşündüm. bizim de bayramlarımız vardı torpil patlattığımız, kızkaçıran yakıp füzelerin fitilini ateşlediğimiz. büyüyorduk galiba, başkalaşıyorduk ama kafamıza çarşaf geçirmemiştik hayalet olmak için. biz zaten birer hayalettik

ulan ne zamandır abi içelim içelim diye kıvranan bir çocuk vardı sitede. iyi dedim amk, hadi gel bari bu akşam rakı içecez. saat 9 sularıydı, kapı çaldı. baktım gelmiş eleman, kuru et falan almış. amcık dedim, kuru et birayla daha iyi gider, rakı mezesi değil ki. dakika bir, gol bir. abi bunu buldum dedi, neyse rencide etmedim. sonra rakıları doldurdum. normalde rakıda buzu sevmem ama biraz sıcak olduğu için mecbur buz koymak durumunda kaldım. ilk bunun bardağına attım, çat etti buz. abi dedi, bu rakı buzu bile çatlattıysa beni kimbilir ne yapar. lan dedim gerizekalı, buzu vişne suyunun içine de atsan aynısı olucak, fizik kuralı bu amk. bir de içelim içelim diyorsun, senin gibi adamla rakı içilmez dedim, şalgam suyu doldurdum bine, al bunu iç diye. hayır sinirim bozuldu bir de. öyle geçti o akşam, sonra bir daha da çağırmadım iti içmeye

Havalar soğumaya başladı yavaş yavaş. Kış aylarını ayrı seviyorum yaa, terasta sucuk keyfi ve rakı çok güzel gidiyor. En nihayetinde aralık da geldi zaten. Aralık demişken, geçen akşam evde hatun misafirler vardı. Karı milleti rakı içmez pek, mecburen vodka almaya gittim şimdi ayıp olmasın diye. Hani bir de sorarsın ya bunlara ne içersiniz diye, baileys falan demiyorlar mı, gülüyorum kahkahalarla. Ulan biradan başka bir şey içmemiş hayatında ama ortama girince baileys istiyorum diyor, hatta biri ebsülüt demişti bir gün, böyle elimin tersiyle vurdum çemçük ağzına, gibtir git buradan, kaybol dedim.

Neyse, elimde poşet bizim bloğa doğru gidiyorum. Bi baktım, emo basri ve tayfası dışarıda vızır vızır hararetli bir şey konuşuyorlar. Napıyorsunuz lan dedim gecenin bu soğuğunda burada? Abhi dedi, maya takhfimine göre bhu 21 aralhık (aralık’ı bile düzgün söyleyemiyor zütveren) dünyahnın sonhuymuşh. Biz dhe 21 aralhıkı bekhliyos. Ulan it dedim, sokturtma şimdi arına da, maya’na da, 21 aralık’ına da, ondan önce 12 aralık yerli malı haftası var; kuruyemiş, gazoz, kurabiye, elmalı pasta falan getirin, kutlayacaz diyerek hepsini evlerine yolladım ve ben de eve çıktım.

Karıların vodkalarını doldurdum. içine ne alırsınız dedim, biri nar suyu dedi. Hee dedim, eşeğin gibi. Bastım kolayı amk, alın için dedim. Kendime de rakı doldurdum. Terasa çıktım. Hava serin ama berraktı. Rahat soluyordum. Sonra aklıma maya’lar ve basriler geldi. Ulan diye geçirdim içimden, sen koskoca medeniyet kur, takvim yap, sonra gelgelelim bizim emo basri’nin ağzına düş. Hiç yakışık kalmıyor. Rakıdan sıkı bir yudum vurdum, içeri geçtim ve oku sırtıma alıp tekrar terasa çıktım. Göğe doğru bakıp, hadi dedim, ben hazırım, bekliyorum! 21 aralık’ta ne gelecek bilmiyordum ama öncesinde her yıl nizami olarak kutladığım ve kutlamaya devam edeceğim 12 aralık yerli malı haftasında neler geleceğini biliyordum. Canım felaket bir şekilde baklava ve börek istiyordu.

Bi akşam bloğa girdim, saat 22.00 suları. Kafam hafiften çakır, arkadaşın birinde demlenip öyle gelmiştim. Asansörlerin ikisi de yukarı katlardaydı. Çağır butonuna bastım ve gelmesini beklerken iniltiyle boğultuyla karışık bir ses duydum hemen karşıdaki kapının ardında bulunan apartman boşluğundan. Ulan dedim kafam mi güzel oldu acaba, hoş birkaç duble ile kelle olacak adam değildim. Aynı ses bir daha geldi. Dedim bu sefer bakmam lazım, merak ettim çünkü. Her an her şey olabilir. Kapıyı araladım, ışık fotoselli olduğu için kendiliğinden yandı ve yeşil plastikten mamül büyük çöp konteynırını gördüm. Ses geliyordu içinden. Bi baktım içine, bizim kapıcı sadık. Ulan dedim amk, napıyorsun burada be muallak? Çektim, zorla da olsa çıkardım konteynırın içinden. Abi dedi Allah razı olsun senden. nefes nefese anlatmaya başladı, ne kadar oldu bilmiyorum ama bayadır burada debeleniyorum diye . Büyük bloklu sitelerde, genelde her katta çöpü atmak için çok geniş pimaş borunun içinden geçen havalandırma boşluğu gibi boşluklar bulunur. Meğersem bu salak, bir üst kattaki çöp haznesinden çöpü atarken dengesini kaybetip çöple birlikte konteynerın içine düşmüş o geniş ve büyük borudan aşağı kayarak. Konteynırın içinde çöp olduğu için de pek zarar görmemiş, yumuşak yere düştüm hesabı. Yalnız benim rakı şişelerinden biri zütüne girmiş olabilir diye şüphelenmedim değil tabi. Ulan gülücem şimdi, gülmek de istemiyorum amk. Var mı bir arıza dedim? Yok herhalde abi dedi. Zaten geçen sene buna motorla çarptığımda da bi tak olmamıştı ite . iyi akşamlar dileyip eve çıktım.

Tam da rakımı doldurdum mis gibi, bi baktım mesaj geldi. O sıralar hatunun biriyle papaz olmuştum ve muhtemelen mesaj ondan gelmiştir diye düşünerek telefona baktım. Tanımadığım bir numaradan “site yönetimi iyi akşamlar diler. Sitedeki güncel gelişmeler ve haberlerden artık bu şekilde de haberdar olabileceksiniz” diye mesaj atmış zütveren site yönetimi. Çağdaşlığa ve uygarlığa bakın siz amk. Aradım numarayı. Buyurun efendim diye açtı lavuğun biri. Ulan dedim, tamam biz gelişmelerden haberdar olalım olmasına ama, siz gelişmelerden haberdar mısınız? Apartman görevlisi sadık konteynera düşmüş, adamı ben kurtardım amk . O kadar aidat veriyoruz, çip mi takıcaksınız şu muallaklere, artık ne yapacaksanız, hem zaten servisler de gecikiyor diye haykırdım. Adam hepsini halledeceğiz efendim dedi ve iyi akşamlar dileyerek kapattı telefonu. Rakıdan sıkı bir duble aldım ve deri koltuğuma yaslanıp bir sigara yaktım. Deri koltuk delik deşikti amk sigara yanıklarından. Neden değiştirmiyorsun diye soranlara, yaşanmışlıklar var diyordum üzerinde. Oradaki her sigara deliğinin bir hatırası var. Aklıma birden mesaj beklediğim hatun geldi ve bi baktım, sigaranın da külü düşmüş, aha; bana ait, o’nun ve sizlerin asla neler geçtiğini bilmeyecekleri yaşanmışlıktan ibaret başka bir delik daha

Dülülülülü sesiyle uyandım 2 gün önce. Saat sabahın 8’i. Her zamanki gibi akşamdan kalmaydım ve kafam züt gibiydi. Dülülülü deyince gülen muallakler için söylüyorum, hala Ericsson gh 337 telefon kullanıyorum, i phone falan bilmem. internete de hesap makinasıyla bağlanıyorum amk. Neyse, açtım telefonu, hatunun bir hatta. Okçu dedi, kahvaltıya gelicem sana. Kahvaltı mı? Son 5 senedir kahvaltı yapmamıştım. Cazip geldi bir anda. iyi dedim, gel bakalım. Simit de alayım mı? Alma!

 Kalktım tabi haliyle. Aynaya baktım. Yüzüm biraz şişmiş gibiydi ama fena sayılmazdım. Yarım saat geçmeden geldi cıvır. Baktım elinde poşet var. içinde birkaç tane simit, bir de şişe süt. Ulan dedim, hadi simit aldın da, süt ne amk. Hatta şişe süt ne? Madem süt alıcaksın, hani içinden geldi, insan gider kutu süt falan alır. Hatun hemen daldı mutfağa. Buzdolabını karıştırmaya başladı. Sucuk falan vardı ve birkaç tane yumurta. Neler yapabileceğini merak ediyordum ama izlemeye üşendim ve salona geçtim. Baktım sehpayı getirdi ve süslemeye başladı üzerini. Sigara içiyordum. Sabah sigarasını çok severim. Zehirlenmek için en sevdiğim şeydir diyebilirim. Sonra sucuklu yumurtayı getirdi. Devekuşu yumurtası gibi yaymış amk sahana. Midem kalktı. Kusura bakma dedim, yiyemicem bunu. Abi hatunu mutfağa sokmayacaksın, benim bildiğim budur. Geçenlerde birine helva kavurtmuştum, yakmış dibini. Zaten emolara yedirdiydim, bana bir şey olmadı. Biri de barbunya pilaki yapmış getirmiş yine bi akşam, sabaha kadar gaz yaptı. Arayıp Allah belanı versin dedim, intikam mı alıyorsun ne.

Neyse, bir sigara daha yaktım ve bira açıp terasa çıktım. Güneş her zamankinden daha kızıldı ama her zamankinden daha bir yoktu sanki orada. Sonra düşündüm kendi kendime; ulan dedim okçu, tadelle bile alıcaksan hatuna aldırmayacaksın, gidip kendin alıcaksın. Tadını kaçırıyorlar çünkü. Suç bende değil, biraz da kendinizde arayın bazı şeyleri. Bu yaşıma kadar düzgün yemek yapan hatuna rastlamadım. Siz de rastlayamayacaksınız muhtemelen. sucuk ekmeğe talim ediyorsam bir sebebi var. Yalnızlığı sevmemle alakalı değil bu, en azından düzgün bir şeyler yemek istememle alakalı diyebilirim. Tamam, bir bira daha açayım ben en iyisi

Ama öyle ama böyle derken bir yılı daha geçti okla, takla, püsürle. Yılbaşında genelde dışarı çıkmayı pek sevmiyorum. Hayır, tacize falan uğrarım endişesi taşımadım hiç ama bence gereksiz organizasyonlar bunlar abi. Ne gerek var amk, o soğukta it gibi titreyip yılbaşında çok eğlendik yea demeye. Millet madara oluyor ama farkında değiller. Bence en güzel yılbaşı, ev ortamında dostlarla geçirilen yılbaşıdır. Açıcan mis gibi rakıyı, harala gürele muhabbet. Keyif alıyorum yani. Saat 23:00 sularında, terasa çıktım biraz hava alayım diye. Aşağıdan gürültüler geliyordu. Bi baktım, site ahalisinin bir kısmı site bahçesinde yılbaşı eğlencesi yapıyor. Ulan millet nelerle uğraşıyor dedim, inip göz atmalıydım kimler var kimler yok diye. Neyse, içeridekilere seslendim ben 10 dakikaya geliyorum, kelle olmayın amk. Kaptım rakı bardağımı, indim aşağı. Gençler takılıyordu ellerinde biralarla. Emo Basri de orada tabi, takmış başına ışıklı noel baba beresini, ekgib olur mu hiç. Dedim ki, ver bakim lan şu bereyi, bi takıcam. Abhie demeye kalmadan çekip aldım başından. Taktım biraz, elimdeki rakıyı vurup bardağı fırlattıktan sonra geri verdim Basri’ ye. Aldı, kendi kafasına taktı bereyi. iki dakika geçmedi, elektrik çarpmış kafasını. Kaçak falan vardı belki de kablolarda, bilemedim.

Eve çıktım zaten fazla geçmeden. Hatunlardan biri mandalina soymuş o arada, tabakta getirdi. Tombala da alsaydınız bari dedim, hem Bülent Ersoy falan dinlerdik. Bitirim Nazif Kara ve Mahir Kara ailesiyle birlikte yılbaşına giriyor sanki, adeta 70’ leri yaşıyoruz. Bi bıyığım ekgibti, hoş moda oldu yine. Öyle bir dönemdeydik ki, adam yakışıp yakışmadığını umursamadan sırf moda oldu diye bıyık bırakıyordu. Hayır yani, suratı at gibi gibi, bıyık bıraktığında kelebek gibi duruyor ama görmüyor işte, belki de görmemezlikten geliyor. Neyse, canım sıkılmıştı. Yeni yıla girmeye saniyeler kala ben yatmaya gidiyorum dedim ve gidip yattım.

istanbul kar yağdığında güzel oluyor ama genelde ben ve benim gibiler için sanırım çünkü kar yağdığında genelde evde takılıp içiyorum. Hayır yani, genelde içiyorum zaten amk. Esasen kar yağıp yağmamasını pek giblediğim söylenemez. Yalnız değişen hiçbir şey olmuyor nedense. Geçen sene de aynıydı. Anlattım hatta burada, sitede gereksiz bir takım yaşlılar var diye. Bütün gün cafede oturuyorlar ve afet koordinasyon merkezi gibi önlerinde televizyon açık, istanbul trafiği ne durumda, kar kalınlığı kaç santim onu seyredip yorum yapıyorlar. Ulan sana ne ki istanbul’ un trafiğinden yaşlı züt? Bak bana, dışarı çıkmadıkça merak bile etmiyorum hiçbir şeyi ama bunların aklı bütün gün dışarıda. O kadar meraklıysan çık biraz, uzat kafanı dışarı. Sanki felaket tellalıymış gibi diyor bir tanesi mesela, “iki saat sonra kimse dışarı çıkamaz. Akşama doğru trafik felç olur, asıl kıyamet şimdi geldi” falan diye. Laf söyleyecektim, neyse dedim. Çıktım sonra eve. Pink Floyd’ tan The Wall albümünü açtım ve bir duble rakı doldurup bir de sigara yaktım.

Roger Waters ağustos’ta istanbul’ a geliyormuş bu arada. Kesinlikle gitmem lazım bu konsere diye geçirdim içimden. Geçen seferkini kaçırmıştım çünkü. Adam yaşlanmıştı ve hala dünyaya bir şeyler katabilme derdindeydi gençliğinde dünyayı sallamış bir grubun kıymetli bir parçası olarak ama bizim buradaki yaşıtlarını görmeliydi bence. Sen tut 70 yaşında dünya turnesi yap, hala elektro gitar çal, rock söyle, bizim davarlar da afet koordinasyon görevlileri gibi istanbul için felaket senaryoları yazıp sitenin cafesinde ince belli bardaktan çay içerek bütün gün geyik çevirsinler. Hayat çok enteresandı ve bu enteresanlık hoşuma gidiyordu. En azından tiksindiğim şeyler gibi olmamak için mücadele ettiğim söylenebilirdi. Sonra bir duble rakı daha doldurdum. Kar güzel yağıyordu ve biraz sucuk hiç de fena olmaz diye düşündüm. Terastaki mangalı yaktım. Ateş içimi ısıtmaya başlamıştı derken, gülümsedim ve ikinci dubleyi yarılayıp ikinci sigarayı yaktım. Terasımda küçük bir medeniyet güneşi açmıştı adeta.

Aklıma estiği zaman sitedeki kafeye inip kat malikleri ne yapıyor diye bakıyorum. Bazen kafa dengi insanlarla tavla falan oynadığım da oluyor. Dün kar muhabbeti sona erdi istanbul’da. Kar yağışı güzel ama sonrasındaki o pislik hiç çekilmiyor be. Otomobil lastiği altında ezilen karların vıcık vıcık sesleri, su damlamaları falan. Neyse, kafede bi çay içeyim dedim. Yan masada üç andaval konuşuyor. Lavuğun biri anlatıyor, yok işte köfteyi Merkezefendi’de Ahmet Usta’dan yiyeceksin, yok efendim işkembeyi Beyoğlu’nda Lale işkembecisi’nde, ciğeri Tünel’de Canım Ciğerim’de, lahmacunu Laleli’de Seyidoğlu’nda yiyeceksin falan. Anlatıyor duruyor amk, sanırsın Vedat Milor’la Tadı Damağımda progrdıbını izliyoruz.

 Lan fakir gurme mi olur bin kurusu? Bin lira maaşla Altınyıldız’da tezgahtarlık yapıyorsun, gelmiş burada Mehmet Yaşin edasıyla bilmişlik taslıyorsun. Hayır yani, insanların ne iş yaptıkları veya ne durumda olduklarıyla ilgili takıntılarım asla yok. Hak eden insana saygı bile duyarım ama bu neyin havası? Adam köfte diyor amk. Düşünsene, gidiyor Merkezefendi’ye, “Ahmet Ustacım ellerine sağlık, kişnişi tam kıvamında, sanırım Trakya bölgesinin henüz erişkinliğe tam erişmemiş kuzu etiydi bu. Piyaz için kullandığınız kurufasulye de dermason olmalı, öyle değil mi?” dese, bilakis Ahmet Usta önderliğinde giber atarlar orada adamı iki dakikada, kimsenin ruhu duymaz amk. Döndüm dayıya, peki dedim, chateaubriand (şatobiryan diye telaffuz ediliyor) en iyi nerede yenir hocam? Büryan kebabı mı dedi, yok dedim, Fransız yemeği bu. Adam Muş’un Varto ilçesinden, tabi lahmacun diyecek, ciğer anlatacak. Valla onu bilemedim dedi. Neyse dedim eyvallah, iyi muhabbetler size. Eve doğru uzadım.

Hava düzelmeye başlamıştı. Bi duble rakı doldurup terasa çıktım. Henüz karanlık çökmemişti. iki yudum rakı çektikten sonra mangalı yakıp sucuk attım birkaç tane. Altı üstü sucuktu işte, markası, tadı, baharatı vesaire hiç de gibimde değildi çünkü en iyi nerede ve ne ile yeneceğini çok iyi biliyordum. Bi yudum daha rakı çekip sigara yaktım ve ardından kızaran ilk dilimi attım ağzıma. Ama sanki kimyonu biraz faz… neyse

Çok değişik genç grupları var sitede. Bir kısmı emo, bir kısmı test çözen bilimsel sivilceli, bir kısmı futbol aşığı, bir kısmı ise modifiyeci. Modifiye derken, arabalara çok meraklı bu çocuklar ama maalesef öyle kalbur üstü makinalar değil, eldeki imkanlarla Şahin’e stop farı, Toyota’ya spoiler (Subaru Impreza yapıyor arabayı kendince), Honda’ya eksoz koyup hızlı ve öfkeli olan tipler. Geçenlerde eve çıkarken baktım muhabbet ediyorlar, el salladılar reyiz gel biraz takılalım diye. Yanlarında kendi yaş gruplarından kızlar falan var ve anladığım kadarıyla yeni tanışıyorlar. Elimde bir torba dolusu bira vardı. Oturdum, bir tanesini açtım. Bunlara içer misiniz diye sordum, ikisi aldı, diğerleri istemedi. Laf lafı açıyor derken, kızın teki sordu çocuğun birine, neler yapıyorsun diye. Çocuk dedi ki, “ben otomobil sporları ile ilgileniyorum.” Ulan dedim içimden züt, 20 liralık lpg alıp babanın şahiniyle patinaj çekiyorsun sitenin yanındaki düzlükte, sonra bunun adı otomobil sporları mı oluyor? Bozmak istemedim orada gururu kırılmasın diye. Nasıl anlatıyorlar ama, sanırsın bir yanda Alonso, diğer tarafta Massa var, Ferrari’nin 2013 hedeflerini anlatıyorlar. Amk herif Honda’ya eksoz yapmış, bağırtırıyor arabayı Süt Kardeşler filminde Şener Şen’in aile ortamında müzik yaparken çıkardığı es pa pa pa pamm sesi gibi, sonra neymiş efendim motor sporlarıyla ilgileniyorlarmış. Birayı vurup size doyum olmaz gençler dedim, ben kaçıyorum. Sonra neler konuştular bilemiyorum ama işte bu yazılanlardan öteye gitmeyeceğinden eminim.

Çıktım eve ve biraları dolaba yerleştirdim. Zaten birayla başlamıştım ve sonra bir daha başka bir şey karıştırmak istemedim. Normalde rakıdan sonra bira içebilirim cila niyetine ama biradan sonra rakı gitmiyor. Bir bira daha açtım. inceden Jimi Hendrix çalıyordu ve akşam olmuştu. Bir müddet sonra zil çaldı. Geçenlerde tanıştığım bir hatun vardı, baktım kapıda duruyor. Hoş geldin falan derken, ona da bi bira açtım. Muhabbete başladık. Eee, neler yapıyorsun dedi, “motor sporlarıyla ilgileniyorum” dedim. Hadi ya falan derken, baktım olaylar gelişmiş ve duştayım. Yalnız bende 4000 cc bir Amerikan vardı şu an markasını belirtmek istemediğim ve çok sık alkol aldığımdan dolayı binemediğim için en kısa zamanda satmayı düşündüğüm bir Ducati 749. Nihayetinde lpg’li şahin de olsa veya gümbür gümbür bir Amerikan aygırı, motor sporları çoğu zaman işe yarıyor ve güzel şeylere vesile oluyordu.

Son zamanlarda havalar fena gitmedi. Emolar hala gitar çalmaya çıkıyorlar dışarı. Bi akşam yine elimde biralar tam eve girecekken bunları gördüm bloğun kenarında. Baktım, bizim Basri elinde imç’den alınmış 40 liralık gibimsonik bir klagib gitar, Nejat Yavaşoğulları hesabı saçma yemiş ördek gibi gaak guuk diye bağırarak bir şeyler çalıyor arkadaşlarına. Ne yapıyorsun lan dedim? Gitar çalıyorum dedi. Çok güzel çalıyorsun Basricim dedim, allah nazardan saklasın. Oturdum bunların yanına, açtım bi bira. Bırak o gitarı ve benim eve çık. içeride bir ablan var. Ona de ki, okçu abim gitarını istiyor. Amfiyi de al. Dönüşte Sadık’a uğra, o da bloğun uzatma kablosunu göndersin dedim Basri’ye, hadi bakayım koçum. Emolardan diğerine dönüp, sen de Basri’yle git. Salak şimdi gitara zarar vermesin , sağlam tutun gibmiyim belanızı diye haykırdım.

10 dakikaya geldiler. Basri gitarı uzattı. Biradan sağlam bir fırt alıp çıkardım çocuğu kılıfından. Abhie dedi, bhu ne böylea? Üsherinde PRS yashior, pırhasa gibhie. Şlap diye patlattım ensesine. Amcık dedim, o PRS dediğin Paul Reed Smith. Amerikan malı, Santana gibi dünyaca ünlü gitaristlerin kullandığı marka. Bi doğan slx parası bu. Bak, amfinin üzerinde de Marshall yazıyor, nalburdan aldım hafta sonu evi boyarım diye amk. Neyse, ufak tefek ayarlamalardan sonra Nirvana’dan Smells Like Teen Spirit’e başladım. Sağlam inlettim ama. Yukarıdan birkaç tane üniversiteli çıktı pencereye. O tipleri hatırlıyordum. Bakırköy’de Carousel alışveriş merkezinin karşısındaki fem dersanesinin penceresinden sarkıp Carousel’in önündeki yavrulara ıslık çalan, ucundan koparttıkları küçük silgi parçalarını onlara fırlatan anadolu çocuklarıydılar sanki ve bundan keyif almış görünüyorlardı. Şarkı bitti. Basri gitarı aldı ve önce gitara sonra bana baktı, aynı Back to the Future filminde, Marty’nin 1940’lar sekansında balo sahnesinde geçen Chuck Berry’nin Johnny b Good şarkısını söyleyip, sonunda metal solosu çalarak gitarı zenci gitariste teslim ederken, o zencinin Marty’ye bakışı gibi. Sonra toparlandım ve eve çıktım. Bu kadar konser yeterliydi.

Madem biradan başladık, o halde biraya devam edelim dedim ama bu sefer yeni keşfettiğim bir caz müzisyeni olan Hediye Güven albümünü açtım. Eğer yanınızda bir hatun varsa ve ikiniz de samimiyseniz caz dinlemek fena gitmiyor. Ama bu sefer bir aksilik vardı. Hatun gelirken kedisini de getirmişti yetim babası okçu’ya. Kedi haylaz bir bin kurusunun tekiydi ve koskoca evde girmediği bir tek zütüm kalmıştı. Neyse, biz hatunla sarmaş dolaş falan derken bu bin gitmiş mutfağın halısına sıçmış. Kıskanmış herhalde hatunu, bilemedim. Nasıl da kokuyor ama. Kuru mamalardan olsa gerek dedi hatun. Valla dedim, kuru mama mı, lahmacun mu, artık her ne gibimse git temizle.

Geceye dair hiçbir şevkim kalmamıştı. Yatak odasına geçtim ve kapıyı kapatıp yatağa uzandım. Kendimi o lanet olası kediden korumam gerekiyordu ve iki sevişicez diye evimi tak zütürmesine razı olamazdım. O geceye dair güzel olan tek şey müziklerdi. Tıpkı Jim Morrison’ın dediği gibi, “sanki her şey kırılmış ve dans ediyordu.”

Geçtiğimiz yaz sitede bir hatunla tanışmıştım. Sigorta acentesinde çalışıyormuş kendisi.Ev arkadaşı ise özel bir hastanede hemşireymiş. Neyse, gel zaman git zaman samimiyetimiz arttı. Gece mesajlaşmaları, öpücük yollamalar falan. Bi akşam saat 6 suları aradı beni. Telefonda konuşmayı pek sevmiyordum esasen. Tam kapatacakken, hadi bana çiçek al dedi. Ya dedim kim uğraşacak şimdi amk. Ama lütfeen falan. iyi dedim, alıp getiricem. Gittim bir kilo çilek aldım. yanında güzellik olsun diye pudra şekeri de tabi. Sonra elimde kesekağıdı, tıklattım kapısını. Hatun kesekağıdını görünce şaşırdı. Bu ne dedi. Çilek dedim, istemedin mi? hayır dedi, ben çiçek istemiştim. Lanet telefon konuşmalarını sevmediğimi söylemiştim ama. Elimi daldırdım kesekağıdının içine. Tombala çeker gibi rastgele bir çilek çektim içinden. Bak dedim, bunun da kıçında yaprağı var. Yaa dedi, ama ben çiçek istemiştim. Yok çiçek falan diyerek bastım geldim evime; çilekleri de aldım tabi. O saatten sonra yapılacak en güzel şey çilek kompostosuydu ve vodkayla iyi giderdi. Pudra şekerini de yarın birkaç tane yumurtayla değiştiririm büfeden diye düşündüm. iktisattan az biraz anlardım, kafaya takılacak bir durum yoktu yani.

Salonda iki arkadaş haberleri izliyordu. Bi baktım, chp eski lideri Deniz Baykal demeç veriyor. Baykal’a bak dedim amk, traş olmuş. Çocuklar başladılar gülmeye. Hani bir insan saç traşı olunca yüzü gözü açılır ya, Baykal’ın yeni traş olduğu belliydi. Mutfağa geçtim ve çilekleri tencereye koyarak üzerine biraz su ilave edip kaynatmaya başladım. Tam kadehe rakı doldurup sigara yakmıştım ki, o sırada bir mesaj geldi bizim sigortacıdan; “hayvan” yazıyordu. gibtir lan dedim ve iki dilim sucuk kestim. Takribi bir on dakika sonra başka bir mesaj geldi ev arkadaşı olan hemşireden. “selam tatlım, naber?” yazıyordu. Gülümseyerek rakıdan sıkı bir yudum aldım. Biliyordum, hiçbir kadın melek değildi çünkü melekler sıçamazdı. En azından kutsal kitaplarda o şekilde tasvir ediliyorlardı.

Bu kış şanslıyız ki havalar iyi gidiyor. Soğuk havalardan pek keyif alamıyorum çünkü terasta içmeyi seven bir insanım. Hem dışarıdakilere de saracak bahane bulabilmek kolaylaşıyor o şekilde ve vakit geçiyor öyle. Böyle insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde illa bir mevzu patlamadan güç geçtiği olmaz. En nihayetinde her şey bir kıvılcım neticesinde yayılıyor. Etrafı gözlemlemek de eğlenceli oluyor aslında. Gözlemlemek diyorum ama hee, röntten bahsetmiyorum. Bakıyorum mesela, sitedeki gençlerin bir kısmı bıyık bırakmış. Yaa tipleri göreceksiniz amk. Herifin bıyıkları yeni yeni çıkmaya başlamış ama yine de özenerek bıyık bırakma girişiminde bulunmuş. Kendisini malkoçoğlu bali bey sanıyor fakat esasında hun imparatoru Atilla gibi görünüyor. Emolar da vampir modasına uymuşlar. Basri suratına talk pudrasını basmış, Edward Cullen oldum sanıyor amk. Geçen baktım, hepsinin suratı bembeyaz görünüyor kızlı erkekli. Bu ne lan Basri diye sordum. Abhie bis bi wamphir qolonisi oldhuk dedi. Gırtlağınızı giberim sizin, ne vampiri lan dedim. Şeytan kulağına kurşun amk. Alevli ok fırlatıp yakmak lazım hepsini diye düşündüm. Hem olaya biraz da heyecan katmış olurduk.

Eve çıkmıştım. Geceden kalma birkaç tane bira vardı. Patlattım bir tanesini. Sonra hatunun teki aradı, okçu ne yapıyorsun diye. Farklı bir şey yok dedim. Tamam o halde, yarın farklı bir şey yapalım ve trekking’e gidelim dedi. Bakın dostlar, uyarıyorum buradan. Sakın ola böyle aşırı sosyalim ayağına yatan hatunlarla takılmayın. Bunlar genelde plazalarda çalışırlar ve cumartesiyle pazar günleri kimliklerinden sıyrılarak, bir nevi ipini koparmak da diyebiliriz, öyle bir hale gelirler ki dertleri bitmez. Bir gün trekking’e, öbür gün paintball’a, başka bir gün galata’yı fotoğraflamaya, günübirlik kartalkaya’ya kayağa falan. insanın kafası karışıyor amk. Hayır, insan o zumreye ait olsa anlarım ama gereksiz yere pahalı olan ve genelde ayı takımının gittiği gece külüplerine gitmeler, doğum günü kutlamalar falan. Herkes kimliğini bu tarz aktivitelerle gizleme çabasında ve bu çaba bana çok komik geliyor. O yüzden sırtında dövmesi ya da dilinde piercingi olan ve pizzayı eliyle yiyerek şişeden bira içen hatunlar hep daha saygı duyulası ve daha ilgi çekici geldi bana. Neyse, hastayım dedim hatuna, gelemem. Bu soğukta deli gibmedi ki beni trekking’e gideyim. Kapattım telefonu ve bir tane daha bira açtım. Çıkardım gitarı kılıfından, bağladım anfiye; başladım chop suey çalmaya. Gitara abandıkça kendimi daha iyi hissediyordum. Sesi biraz açtım, baktım alt komşu vuruyor alttan rahatsız oldum hesabı. gibtir lan dıbına koyduğumun evladı dedim ve son ses devam ettim:

“i don’t think you trust
 in myself righteous suicide
 i cry when angels deserve to die”

yine Bi gün öğleden sonra sitenin kafesinde otururken yan masadan gelen muhabbete ister istemez kulak misafiri oldum. Adının sonradan Cengiz olduğunu öğrendiğim biri etrafındaki gençlere resim ve gelişimi hakkında teorik bilgiler veriyordu. Herif empresyonizm akımından tut, sürrealist akıma kadar çeşitli anlatımlarda bulundu. O anda hatunun biri de erkek arkadaşını övüyordu, yok şöyle uzun boylu, böyle yakışıklı diye. Neyse, en nihayetinde ressam Cengiz kafa dengi birine benziyordu. Beni de muhabbete kattılar, sanat manat derken mevzu içmeye geldi. Hadi dedi Cengiz, hep beraber bize gidelim, birkaç kadeh bir şeyler içeriz. Reddedemeyeceğim bir teklifti ve eve doğru yol aldık, başladık içmeye. Kalabalıktı ortam. Cengiz yaptığı resimleri göstermeye başladı odadan tek tek getirerek. Bir tanesini merak ettim, bu kim yaa dedim? Benim dedi. Nasıl yani, bunun neresi sensin amk dedim. Sen Halit Akçatepe’ye benzeyen bir adamsın ama kendini Tarık Akan gibi çizmişsin Cengiz. Millet gülüştü falan. Cengiz bozuldu tabi o arada, ben öyle görüyorum kendimi usta dedi. Sonra uzun boylu ve yakışıklı erkek arkadaşından bahseden hatunun erkek arkadaşı geldi eve. Amk, uzun boylu ve yakışıklı dediği adam aynı dünyanın en uzun boylu adamı olan Mardinli Sultan Kösen gibiydi. Sadece uzun boyu tutuyordu, en azından bir şeyi tutturmuş diye düşündüm. muhtemelen bu gerizekalı kadın da Cengiz’in kendini Tarık Akan’mışçasına resmettiği gibi görüyordu erkek arkadaşını. içlerinde vardı bir tuhaflık yani. Hadi dedim, size doyum olmaz ben kaçıyorum.

Eve gittim. Televizyonu açtım. Baktım gibik gibik sağlık programlarında birileri diyet falan öneriyor insanlara. Yok kolesterol, yok obezite, yok kanser riski falan. Karatay diyeti diye bir şey varmış mesela ve eğer o diyete uysaydım sanırım beş sene önce ölmüş olacaktım fakat ben sadece rakı ve sucukla dinamit gibi bir yaşantı sürüyordum. Bu konuları fazla takmamak lazımdı çünkü başına ne gelirse o taktığın şeylerden dolayı geliyordu. Adeta korkuları gelip buluyordu insanı. Bir duble rakı doldurdum, dolaptan iki tane de salatalık turşusu çıkardım. Okçu diyeti dedim bu, en azından kafamız güzeldi bu şekilde.

Akşam olmak üzereydi. Tekele uğrayıp rakı aldım. Siteye doğru yürüyordum. Bi baktım ressam Cengiz arabasını yolun kenarına çekmiş, içinde bira içiyor. Şimdi hiç bulaşmayayım dedim ve direkt olarak eve gittim. Mutfağa girdim, hatun ne olduğunu anlayamadığım bir çeşit yemek yapmaya çalışıyordu. Eee dedi okçu, bugün kadınlar günü. Kutlamayacak mısın kadınlar günümü? Ulan dedim, bi irmik helvası kavur desem kavuramazsın, kendi donunu doğru düzgün ütüleyemezsin, gelmişsin bana kadınlar gününden bahsediyorsun. Neyin günü amk dedim, ne yapıyorsun da kadınlar gününü kutlayayım senin? Bozuldu tabi. Bak dedi, yemek yapıyorum ama. Yemek mi? Yemek dediğin şey sivilceli bir ergen suratına benziyor, hayatta yemem ben o şeyi. Doldurdum bir duble rakı ve salona geçtim. Açtım bilgisayarı, girdim facebook’a. Amk bir de ne göreyim. Ressam Cengiz kendini bilmemne cafe bistroda diye işaretlemiş, yer bildirimi yapmış. Hemen yorum yazdım tabi, Cengiz dedim, ne yalan söylüyorsun muallak. Biraz önce gördüm seni, arabada oturmuş bira içiyordun. Hemen yorumumu sildi, mesaj attı sonra. Baba ne yapıyorsun yaa dedi, böyle adam mı rezil edilir. iyi de niye sıkıyorsun o zaman dedim, arabada içmek ayıp mı?

insanları anlamakta güçlük çekiyordum gerçekten. Esasen algımın kapıları son derece açıktır ama sütyenini orta ölçekli anonim şirketi flaması gibi ortada bırakan bir kadın bana kadınlar günümü neden kutlamıyorsun diye soruyordu. zütverenin bir tanesi arabada içtiği halde, dışarıya şirin görünmek için kendini cafede işaretliyordu. ilk dublem bitmişti. Mutfağa girdim ve dolabı açıp bir duble daha rakı doldurdum. Hatun masaya oturmuş, yemek dediği şeyi yerken aynı anda sinirden kudurmuş bir yaban domuzu gibi suratıma bakıyordu. Canım sıkıldı, ikinci dubleyi fondip yapıp dışarı çıktım, belki birkaç tane emo tokatlayıp stres atarım diye. Karanlık çöküyordu kısık ateşte pişen pilav gibi ağır ağır ve gece her zaman iyiydi. Kafa dağıtıyordu.

uzun bir tatilden sonra istanbul'a geldim yaklaşık iki hafta kadar önce. malumunuz ortalık biraz karıştı buralarda ve geçen hafta cumartesi gününden beri mütemadiyen katılıyorum gezi parkı'ndaki kutsal direnişe. okumu evde bırakıp yüreğimle gidiyorum oraya her defasında. çok güzel insanlarla karşılaşıyorum, güzel muhabbetler ediyoruz. bizim emoları da zütürdüm geçen. aslına bakarsanız çocuklar biraz akıllanmışlar amk görmeyeli. onlar beni çağırdılar bir gün abi haydi beraber gidelim diye. ortam gayet güzel. mangal da var, rakı da var, bolca direniş ve sıkı bir ruh var orada. herkes birbirine destek olmaya çalışıyor. bizim bloktaki bazı teyzeler helva kavurmuş mesela kandilde, giderken verdiler ve oraya zütürmemi istediler geçen akşam. büfedeki lavuk su ve sigara vermişti geçen cumartesi günü direnişe gittiğimi bilerek. açgözlü bir muallak olduğunu düşünürdüm ama ilk defa para almadı bunlar için. belki de özlemişti beni birkaç aydır, bilemiyorum. kapıcı sadık kova verdi ama anlamadım niye kova verdi; sormadım da açıkçası. basri'nin annesi börek açmış birkaç tepsi. çocuklar onu getirdi ve dağıttılar gezi'de. bir gün de berberin önlüğünü yürüttüm amk, giyip doktor hesabı alanlarda tıbbi destek verdim. anlatacak çok şey var aslında bu mevzuyla ilgili ve müsait oldukça paylaşıcam sizlerle.

diyeceğim şudur ki, sizleri ve buraları gerçekten özlemişim. şimdi en az üç duble rakı atıp gidicem yine gezi'ye. orada fazla içmiyorum ama, kafa lazım olabilir yani. kendinize çok iyi bakın ve her daim dikkat edin kardeşlerim. hadi bana eyvallah şimdilik.

yaşasın gezi parkı, yaşasın insanlık onuru, yaşasın özgürlük ve de rakı, bir de bira falan!

Havalar serinlemeye başladı. içebildiğim sürece havanın soğuk ya da serin olması zerre umrumda değildi. Bu yaz sezonun sonunda havuz başı muhabbetine takıldım sitede. O an bir hatunla tanıştık. Hoşbeş muhabbet derken, peyzaj mimarı olduğunu öğrendim. Doğaya, çiçeğe, böceğe meraklı bir insan. Gerçekten güzel de bir hatundu. 21 aralık 2012 muhabbetinden tut, meşhur trompetçi Charlie parker’ın eroinden ölmesine kadar baya bir şey konuştuk. Akşam yemeği için beni evine davet etti. iyi dedim madem, sen davet ettiysen biralar ve midye dolmaları da benden ama yemek yemem pek. Sen yersin. Güneş bir tak çukuruna doğru düşüyordu ağır ağır. Ben de eve çıktım. Dolapta dün geceden kalma neredeyse çeyrek şişe vodka vardı;  Onu vurdum harbi ev yapımı limonata ile. Bu arada çok güzel gidiyor ve limonatanın içindeki doğal şeker vodkanın etkisini biraz daha artırıyor, tavsiye ederim. Biraz uyudum sonra, dinlenmeliydim.

Saat 20:00’da telefonun alarmı çaldı ve uyandım. Sonra duşa girdim ve çabucak hazırlanıp dışarı çıkarak tekele gittim. Hatun kısmının fazla içemeyeceğini biliyordum. Ver dedim oradan 10 tane tuborg gold. 30 tane de midye dolma, bol limonlu olsun. Poşetleri alıp siteye girdim. Güvenlikler de gib gib bakıyor geldi yine bela diye. Zaten bu yaz fazla kalmadım evde. Genelde dolaşarak geçirdim koskoca yazı. Belki biraz da kafa dinlemeye ihtiyacım vardı. Hatta dönüşte elimde bavulla yönetici olacak muallak görmüştü beni ve okçu bey, uzun zamandır görünmüyorsunuz ortalarda dedi. Ne oldu endişelendin mi diye sordum? Hayır dedi. Aidatları da göndermedim mi banka hesabına? hiç ekgib yok, kontrol ettim dedi. iyi o zaman, daha ne amk deyip eve çıkmıştım. Varlığım dert, yokluğum ayrı bir dert olmuş zütverene anlaşılan o ki. Alışmış lan bana, özledi belki de, haha. Neyse. Elimde poşetlerle hatunun bloğuna girdim. Kata çıkıp kapıyı. Çaldım. Tanrım; karşımda cidden bir afet duruyordu. Hatunun eve sinen kokusu, kapıyı açmasıyla birlikte beynimin en detaylı kıvrımlarıma kadar işlemişti. Elimden poşetleri almak istedi ve içeri buyur etti. Ama vermedim poşetleri. Lütfen dedim, ben hallederim. O halde mutfak şurası diye gösterdi. Benim evin aynısıydı ama çok farklıydı çünkü düzenliydi. Veresiye satan ve peşin satan tablosu kadar fark vardı amk arada. Sen hazırla bari dedi, ben odada bir telefon görüşmesi yapmalıyım. Malumun, iş güç mevzuları. Eyvallah dedim, bak sen keyfine. Sanki babamın evindeyim ya, bak sen keyfine diyorum kıza. iki tane bira ayırıp kalanları dolaba istifledim. Midye dolmalarını da tabağa gayet düzenli bir şekilde dizdim. ulan Bi baktım, kahpe tekelci limon koymamış. hatunun dolapta da limon yok. Girişte dikkatimi çeken minyatür bir limon ağacı vardı. Onun üzerinde bir tane limon görmüştüm. Gidip onu kopardım ve dilimleyip tabağın etrafına dizdim. Salon masası çok güzel hazırlanmıştı. Biraları ve midye tabağını masaya yerleştirdim. Biradan sağlam iki fırt asıldım ve etrafa bakınmaya başladım. Çok güzel çiçekler vardı evin her tarafında. Holde, mutfakta, salonda, balkonda. Cennet böyle bir yer olmalı diye geçirdim içimden. Sonra hatun geldi. Muhabbete başladık. O da birasından bir yudum aldı. Çiçekleri sordum ona, ne kadar güzeller dedim. Benim işim bu dedi ve hepsini çok seviyorum. Özellikle de holdeki pencerenin önünde duran limon ağacını. Üzerinde bir limon vardı, bilmem dikkatini çekti mi. iki senedir açmasını bekledim, üç ay oldu açalı. Ulan ben de tam midyenin üzerine limon sıkıyordum, öyle bir yutkundum ki anlatamam. Ne tak yiyeceğimi şaşırdım. Aklıma bir şeyler gelmeliydi yoksa gibi tutacaktım, hem de ilk geceden. Bir tuvalete gitmek için müsaade istedim, stresten dolayı sıçmam gerekiyordu. Kadın evinde sıçmak çok iğrenç bir duygudur, yapanlar bilir. En rahat kendi evinde sıçarsın çünkü. O meyanda aklıma bir şey geldi. Çıktım banyodan ve bunun yanına gidip evde bir şey unutmuşum, sen masada bekle, ben hemen geliyorum dedim. Hatta kapı aralık kalsın, kalkıp açmana bile gerek yok. Tamam dedi. Evden sakin bir şekilde çıktım ama çıktığımda asansörü bile beklemeden topukladım. Benim eve girdim. Dolabı açtım. şansıma bir Limon vardı. Şimdi bir de bana bir seloteyp bant lazımdı. Onu da buldum amk. Koştum tekrardan bunun evine. Kapı aralıktı hala. içeri girdim. Telaşı atlatmış gibi görünüp selam verdim ve banyosunda biraz önce telefonumu unuttuğumu ve getirmesini istediğimi söyledim. Telefon cebimdeydi oysa. O banyoya doğru telefonu almaya gittiğinde ben ağacın oraya yanına gidip nizami bir şekilde bantladım limonu. Sonrasında ne olacağı önemli değildi. Önemli olan, lanet limonun en azından o gece ağacın dalında kalmasıydı. önemli bir geceydi o gece. ve evet; olayı halletmiştim. içeriden seslendi, telefonunu bulamıyorum diye. Ya dedim, çok özür dilerim, telefonum arka cebimdeymiş. Kusura bakma. Salona geçtim hemen. Hayırdır dedi, niye gidip geldin evine? Ya dedim, çıkmadan bir kahve içmiştim, çaydanlığı kontrol ettim acaba altı açık kaldı mı diye ama kapatmışım. Tamam dedi. Sonra anlatmaya başladı tekrar; nerede kalmıştık? Valla dedim en son çiçek diyordun. Hayır dedi, limon ağacından bahsediyordum. Görmek ister misin? Yapacak hiçbir şey yoktu. kaderime razı olup Birayı fondipleyerek, iyi madem dedim. Bakalım şu ağaca. Ağacın yanına gittik, hafif karanlıktı hol. Tam anlatıyor bu işte limon ağacı şöyledir, böyledir falan derken, pıt diye bir ses amk. Bizim limon sere serpe yerde, gibtiğimin bandı tutmamış. Işığı bir açtı, limonun üzeri bantlı bir şekilde beceriksizce sarılmış bir mumya gibi yerde duruyor. Bu ne ya, ne oluyor dedi. Limonu aldı eline, hem bu benim limonum değil, o daha küçüktü. Gözlerimin içine baktı. Zeus’un şimşekleri gibi çakıyordu gözleri. Bu ne demek oluyor diye bağırdı. Tamam dedim, anlatıcam. Mevzuyu anlattım, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. gibtir git dedi bu evden, hemen gibtir ol git. Lan hiçbir kadının evinden bu şekilde kovulmaya alışkın değilim ben de tabi. iyi be dedim, yarın alırım sana bir kasa limon manav yakup'tan. Çabuk gibtir ol git yoksa polis çağırıcam dedi. Tamam dedim, ama biralarım ve midyelerimi ver. Gözleri yaşlı bir şekilde topladı ve kafama atarcasına verdi poşetleri. Bir daha yüzünü görmek istemiyorum senin defol! iyi lan dedim, gidiyorum.

Gittim eve. Bir midye dolma açtım ve bir şişe de bira. Baktım, evde limon yoktu. Benim mevcut tek limonum da hatunun evinde kalmıştı. Şimdi artık gidip isteyemezdim. O saatte dışarıdan alabileceğim bir yer de yoktu. Limonsuz bir şekilde yemeye başladım midyeleri ve birayı da ağır ağır yuvarlıyordum. Sonra düşündüm ve gülümsedim kendi kendime; Adalet dediğin, tam olarak böyle bir şey olmalıydı





yeni yazılardan haberdar olmak ister misin tatlış?
abone:
e-postana gelen onay linkine tıklamayı unutma panpa.


beğendiysen paylaş panpa


0 yorum:

Yorum Gönder