Uyandım. Elimi yüzümü yıkadım. Tavada kızdırdığım tereyağına üç yumurtayı kırdım, bir ekmeğin köşesiyle yedim.
Nasıl? Böylece bir öyküye başlayabilirim, değil mi? Çünkü yazarlar yediğini içtiğini yazar. Yediği içtiği yazarı anlatır çünkü. Mesela bir "kaybeden", öğlen yemeği yemez açlığını bastırır. Açlığını bastırmak için de tost falan yer. Nereden mi aklıma geldi tüm bunlar, biraz önce kepekli tost yedim. Midemi zorlamak istemedim, yağlı yemeği canım çekmedi, bir ara "risotto" yemeyi düşündüm, ama aşk acısı çekerken yenecek şey değil diye vazgeçtim. Okul çevresindeyim çünkü, akşam beşteki dersimi bekliyorum, sevdiğim kadına yahut başka arkadaşlara "risotto" yerken yakalanmayı göze alamadım. Sonuçta ikisi de pirinçten yapılsa da, "öğlen pilav yedim" ile "öğlen risotto yedim" cümleleri arasında fark büyük. Aşk acısı çeken adam pilavı bile ölmemek için yer, risottoyu asla yiyemez. Edebiyat ile risotto yan yana gelemez. Onun için risotto gizlice yenmelidir.
Gerçi, Sait Faik'in "Lüzumsuz Adam"ı "kapuçina" içer (kitapta böyle yazıyor) ama bir İstanbul'da bir fransızın kahvesinde, fransızca mecmua okuyarak içer. Starbucks'ta "white chocolate mocha" içen bir öykü kahramanı olamaz. En fazla sade filtre kahve içebilirsin, grande mug'ta içtiğini yazmamak kaydıyla. Gerçi italik yazarsan belki olur bilemiyorum.
Neyse ne. Size edebiyatın inceliklerini öğreten, biçkin, iş bilir bir mahalle delikanlısı gibi hissetim kendimi. Öykücülerin en sevdiği adamlardan biri de budur.
Sabah yumurtayı babaannem kırdı bu arada, ama bir yazar yumurtasını kendi kırar, başkası kırsa da kendi kırmış gibi yazar.