"Biz ona iki göz vermedik mi ? Bir dil, iki de kulak... Ona hak ve batıl şeklinde iki yolu göstermedik mi ?"
(BELED -8)
Hak'kın yolundan gidenlerin önüne gelen müsibet Allah'tan değildir... Ademoğlu'nun en büyük düşmanı uçkuru, nefsidir...
Okuyacağınız bu yazı dizisi Bursa Zeyniler Köyünde, 1989 yılında yaşanmıştır.
Jandarma tutanakları, yerli halkın ifadeleri ve dönemin araştırmacıları tarafından doğruluğu kanıtlanmış, hatrı sayılır kişiler tarafından tekrar gündeme getirilip bir dosya halinde tarafıma ulaştırılmıştır...
Ses kayıtlarını yazıya çevirerek burada sizlerle paylaşacağım.
Olay Emir Süzen'in ağzından anlatılacak, gerekli fotoğraf ve dosyalar gerekli montaj ve kolajlanma işlemlerinden sonra paylaşılacaktır...
Etkilenecek kişilerin en baştan okumaması sizlerden ricamdır...
Emir Süzen anlatıyor...
1989 Gürcistan :
1989 Yılında henüz 23 yaşındaydım... Askerliğimi Kars'ta yapmış, nihayetinde iyi dostluklar edinmiştim... Ailemin tek erkek çocuğu olduğum için ve ekonomik durumu da iyi olan bir aileden geldiğim için babam bana pek çok konuda musamma tanırdı...
Asker arkadaşım Oktay Gürcistan göçmeni bir çocuktu, senenin 6-7 ayını orada geçirirdi.
Onun planı askerlikten sonra da orduda devam etmekti... Ancak askeriyede yaşadığı bazı sorunlardan sonra maalesef memleketine dönmüş babasının çiftliklerinde çalışıyordu...
Ben de asker dönüşü bir iş kurmamış, aylak aylak dolanıyordum açıkçası...
Günler sonra mahallemizin tek telefonunu evinde bulunduran Muhtar Cemal Amca'dan bir haber aldım.
Öğlen saat 12'de asker arkadaşım Oktay beni arayacakmış...
Ben de o gün saat 11'de orda oldum, biraz zaman geçirdikten sonra telefon çaldı, arayan Oktay'dı.
"Kardeşim ayrı gayrı düştük, eğer bir meşguliyetin yoksa Gürcistan'a gelip misafirim olmanı isterim." dedi.
O an için iyi bir fikir gibi geldi açıkçası... Babamın işsizliğime dem vuran ithamları artık beni bıktırma noktasına kadar getirmişti.
Çaresiz "olur" dedim...
Bir hafta boyunca yolculuk ve ülkeye giriş işlemleriyle uğraştıktan sonra Kars'a gittim ve terminalde Oktay'ın beyaz 131ine atladım...
Oktay'ın hali vakti yerindeydi, babası da cebine iyi bir para koymuştu...
1-2 Ay boyunca Gürcistan'da dilediğimizce gezecek, dolaşacaktık...
Sarıldık, hasret giderdik...
"Bu gece bizim çiftlikte azcık demleniriz, sabah da doğru yola çıkarız tertip." dedi.
"Nasıl istersen paşa." dedim...
O bana "tertip", ben ona "paşa" derdik...
Akşam olmuş güzel bir sofra kurulmuştu... Oktay'ın da memleketten 1-2 arkadaşı bizimleydi.
Eğleniyor, ediyor, muhabbetin dibine vuruyorduk...
Yaz aylarıydı ama inanın soğuktan ara ara dişlerim birbirine vuruyordu.
Muhabbet iyice koyulaştıktan sonra konu kız meselelerine gelmişti...
Oktay'ın arkadaşlarından biri ;
"Eee Oktay, senin Zehra'ya da görücüler çıkmaya başlamış... Döndüğünde kızı evli bulmayasın." diye takıldı.
Muhabbet Oktay'ın canını sıkmıştı, biraz sustu.
"Eee beyler sabah yolculuğumuz var, hadi herkes evine." diyip çocukları kibarca kovdu...
Vedalaşıp helalleştikten sonra Oktay bana yatacağım yeri gösterdi.
Güzel bir uyku çekip yarın öğlen Gürcistan'da olacaktık...
Sabah horoz sesleriyle, koyun ve keçi çanlarının şıngırtısıyla uyanmak güzel gelmişti... Yer yatağı da askerlik dönüşü rahat yatakta yatmayı yadırgadığım için işin kaymağı olmuştu açıkçası...
Bahçedeki ahşap masada güzelinden bi kahvaltı sofrası vardı... Oktayın olduğu çiftlikte yaşlı bir çift vardı, evin işleriyle onlar ilgileniyordu.
Bana gülümseyip ;
- Günaydın, rahat uyudunuz inşallah.
Dedi hanım teyze...
- Valla bebek gibi uyumuşum, insan yaşlanmaz burda hakikaten dedim.
Güldüler...
Ben sofraya oturdum, 5-10 dakika sonra da Oktay geldi, elinde gazeteler-ekmekler vardı...
- Tertip rahat ettirmişizdir inşallah seni
Dedi.
- Ne iyi ettin de çağırdın vallahi kardeşim, ben artık sık sık takılırım buraya dedim.
Kahvaltımızı ettikten sonra arabaya eşyalarımızı yükledik ve yola koyulduk...
Dağların arasından geçe geçe Artvin'e kadar gelmiştik... Saat öğlen 2-3 gibiydi...
Karnımız acıkmıştı, Oktay hazır Artvin'e kadar gelmişken bir yerde cağ kebap yiyelim tertip diyerek ısrar etti...
Olur dedim, Karadenizde hava erken kararır... Saat geç olmadan yola koyulalım diye tavsiyede bulundum, onaylar gibi başını salladı.
Yemek yemek için civar köylerden birisine girdik...
Bir yandan da şu kız meselesini merak ediyordum, biz yemeklerin olmasını beklerken Oktay'a ;
- Yolda çok konuşamadık paşa, bu Zehra mevzusu nedir ?
Diye sordum.
- Ne sen sor, ne ben anlatayım be tertip... Anamız babamız bizi bebeklikten birbirimize yakıştırdılar. Sonra kızın hali tavrı bi değişti, her gece evinden çıkar köyün bir köşesinde sabah baygın halde bulunur oldu... E burası köy yeri, dedikoduların önüne kralı gelse geçemez... Bu kız gece dışarda, Oktay ne diye hala bu sevdadan vazgeçmiyor diye diye anamın babamın da kanına girdiler bizim söz olayı bitti.
Dedi...
O an bu durumla alakalı bir fikrim yoktu... Diyecek bir şey de bulamadım açıkçası...
- Eee şu an durum ne ?
Diye sordum...
- Aynı köydeyiz ama askerden döndüğümden beri 1 kere bile görmedim yüzünü, babası eve kapamış... Sadece kızı da değil, bütün aile eve kapanmışlar... Babasını köy meydanında 1 kere gördüm, ağzı yüzü yara bere içinde kaçar gibi evine gidiyodu."
Dedi...
Yemekler gelmişti... Konunun üstüne o gün daha da konuşmadık...
Karnımızı doyurduktan sonra yeniden arabaya doğru ilerledik, hava kararmaya başlamıştı...
Artvin'den Ardahan'a, Ardahan'dan da Gürcistan'a geçecektik...
Yaylaların arasından geçe geçe yolumuzda ilerlerken konu yine Oktay'ın Zehra'ya gelmişti...
- Tertip bu kızı 2-3 kere filan köyün bir hocasına zütürmüşler... Adam güya bu kızın bedenine bir ifritin musallat olduğunu, Ademoğlu bir insanla evlenmesi durumunda doğacak ilk erkek çocuğunun "onlardan" olacağını söylemiş.
Dedi...
- Olur mu öyle şey paşa, inanma bunlara.
Dedim.
Güldü...
- Şehirde olmuyor böyle şeyler belki ama burası köy yeri tertip... Burda her tipten her insan var... Buranın insanları işlerini kolay yoldan çözmeyi severler... Eee çobanın dünyası koyunun zütü kadar.
Dedi... Gülüştük...
Ardahan'a artık nerdeyse gelmiştik... Saat 7'yi bulmuştu... Biz yola devam ederken yolun ortasında duran bir tavşan gördük...
Oktay frene bastı...
- Şu keraneciye bak, ne derdi varsa kendini bize öldürtecek.
Dedi...
Kornaya bastık, yoldan çekilmedi... Oktay arabadan indi, hayvanı yoldan çekip yola devam edecektik ama o an korkunç bir gürültü koptu...
Oktay'ın bağrışını hala hatırlıyorum ;
- Tezgah lan bu ! Çabuk kelime-i şehadet getir...
Ben şaşırmıştım, Oktay sinirlenip
- Lan getirsene
Diyerek tekrarladı...
O an nutkumun tutulduğunu hatırlıyorum... Kelimeler ağzımdan çıkmıyordu.
Bir insan hayatında kaç kere yaşar böyle bir anı bilmem, ama ben o anı aradan yıllar geçse de hala unutamıyorum.
Oktay arabaya indi, kelime-i şehadeti kelime kelime tekrarlayıp bana okuttu...
- Birazdan arabadan inip nokta dahi güneş görmeyen bir yerde avcuna bak... Bu işin şakası yok tertip.
Dedi...
Bilincim kapanmıştı, o an Oktay ne dese yapardım herhalde...
Arabadan indim, patika yolun sonunda bir ağacın altında avcuma baktım...
Ne olduğunu bilmediğim, hayatımda ilk kez gördüğüm bir yazı ;
"FEL HUSNA, FEL HABBAR"
Bilgi: Maalesef hikayesini yine yarım bırakmıştır.
Efsane hikayesini okumak için;
https://inci.blogspot.com/2014/10/efsane-hikayeler-serisi-korkunc-hikaye.html
beğendiysen paylaş panpa⤵
Çok ilginç bir olay... 👿
YanıtlaSil